Pazartesi akşamı çok zor bir maça çıkan Fenerbahçe için öncelik hiç kuşkusuz galibiyetti. Üst üste evinde oynadığı Cuma randevusunda kazanmak yine ilk sırada olmasına karşın az da olsa ne oynuyor olduğu da önemliydi.
Ersun Yanal takımlarının en temel özelliği kanat organizasyonlardır. Fenerbahçe’nin sağ kanadı geçen seneden kalma özellikle çok iyi oyunculardan oluşuyor.
Isla, Dirar ve Ekici orada çeşitli istasyonlar kurabiliyorlar. Oyunun hemen başında Roman ve Topal’ın da sağ kanat istasyon oyununa destek verdiklerini gördük. Gol de böyle geldi zaten.
Yüksek pas sayısı ile de oyunu orta alanda tutarak topu bir kanattan diğerine çok hızlı şekilde aktarması da takımın ilerleyen haftalarda işine çok yarayacaktır.
Sezonun ilk bölümlerinde isabetli pas sayısı 300’lü sayılarda kalırken dün 500 sayısına ulaşması bunun bir göstergesi oluyor.
Bununla birlikte takımın sol tarafının zayıf kaldığını, sağ ayaklı bir oyun oynadığını da söylemeliyiz.
Dünkü Göztepe bu anlamda Fenerbahçe’nin sol tarafını pek de zorlamadı. Bu nedenle yanıltıcı olabilir.
Sağ kanatta Dirar-Isla tandeminin uyumu Moses’in ister istemez yerini de belirliyor. Tıpkı Ayew gibi… Her ikisinin de bu maçta gol
İçinde bulunduğu durum, pozisyon nedeniyle Fenerbahçe’nin oynadığı futbolu eleştirmek; hem olumlu hem olumsuz anlamda doğru olmaz.
Bazı maçlar vardır, nasıl kazanıldığına, kimin gol attığına ya da atmadığına veya hata yaptığına bakılmaz.
Kazandı mı kaybetti mi neticesine bakılır!
Fenerbahçe kazandı; nefes aldı, şöyle kafasını yukarı doğru kaldırdı.
Rahatladı!
“İlk yarılarda fazlasıyla oyununu rakibine kabul ettirip, gol bulan ancak ikinci yarılarda neden durup top oynayamayan bir takıma dönüşür” sorusunun cevabını kim bulur ve buna çare üretirse sorunu da çözmüş olacaktır.
Fenerbahçe neden bu durumda?
Niçin kendisini toparlayamıyor?
Sezon boyu birçok çalışma ve antrenman yapan bir takım nasıl 45 dakikadan fazlasını çıkaramaz?
Sorunu ne şekilde açıklamak gerekiyor?
Kadro mu, teknik yönetim mi yoksa şanssızlık mı?
Bir fotoğraf ne kadar çok mesaj veriyor değil mi?
Mekan; Dereağzı… Fenerbahçe neredeyse 20 sene önce buradan ayrılmış. Burası yeni dönemin Osmanlı’nın sürgün yeri Malta gibi olmuş. İstenmeyen futbolcuların sürgün, itibarsızlaştırılma, yalnızlaştırılma adası…
Dereağzı ile Fenerbahçe Spor Kulübü’nün mesefasi ne kadar? 500 metre mi? Peki çok abarttım, evet 600 metre…
Fenerbahçe’nin sporcu iletişim modeli bu mudur?
Modern teknolojik olanaklarımızda kişilerin birbirleriyle haberleşebilmesi için kaç araç var? Herhangi bir kişi futbolcuya telefon ile, whatsapp’tan, tangodan, facetimedan, twitterdan, instagramdan ulaşamaz mıydı?
“Hemen Kulübe gel, seninle Başkan görüşecek!”
Peki Başkan bu seviyeye inmiyor o zaman bir başka biri mesela Volkan Ballı ile görüşemez miydi? Fotoğraf karesinin içinde olamaz mıydı?
Fotoğrafa bakar mısınız?
Fenerbahçe’nin maçlarını yorumlamak çok zor bir duruma dönüştü çünkü nereden başlamak gerektiği öylesine karıştı ki açıklanamaz değil kifayetsiz kalır oldu.
Deneyelim…
Karşılaşmanın ilk yarısı bitip ikinci devre başladığında geçen haftanın öğrenilmiş bir ders olduğunu düşündürdü. İlk bölümde daha kontrollü oynayan takım diri kalmış, maçı tamamlayacak bir performans ekonomisi yapmıştı. Geçen hafta tam tersiydi, maçın sonu gelmek bilmedi.
İkinci devre özellikle Hasan Ali kanadından biraz daha fazla hareket edip içiri kat ettiğini izledik.
Ancak Fenerbahçe’nin bir oyun planı olmadığı da ortadaydı. On günde bir takıma doğru bir oyun yerleştirmenin de mümkün olmadığını biliyor, kabul ediyoruz.
İlk yarı sanki Vitor Pareira’nin Fenerbahçe’sini izliyor gibiydik. Ayew, Eljif, Ekici ve Benzia’dan oluşan orta alan bloğu topa sahip olarak oyunu üçüncü bölgeye sıkıştırdı. Bir türlü ceza sahasına girilemeyen, kanat organizasyonlarının denenmediği, fazlasıyla şut denenen bir anlayış vardı.
Topu kaptırdığında da Ersun Yanal faulleri devreye giriyordu ki Roman bunlardan birinde ilk sarı kartını gördü. Kartı rakip alanda gördü. Bu bir yana Türkiye’de ilk kırmızı kartını da tecrübe etti ki Rus oyuncuyu
Sayın Ali Koç yaptığı her konuşmada değişimden ve bununla bağlantılı değişimin sancılı olmasından; sürecin getirdiği yer itibarıyla da beklentilerin çok gerisinde kalınmasından söz ediyor.
Burası gerçekten çok önemli; çünkü ülkemizde en büyük sorun kelimelere içeriğinde olmayan anlamlar yükleyerek hareket etmektir.
Fenerbahçe’nin içinde bulunduğu değişim nedir?
Fenerbahçeliler için ne anlam ifade ediyor; bu Fenerbahçe yönetiminin plan ve programıyla uyuşuyor mu?
Fenerbahçeliler bu değişimi gerçekten istiyor mu? Sonuçlarından haberdar mı?
Dün Beşiktaş-Trabzonspor maçı yerine Liverpool-Manchester United karşılaşmasını izlemeyi tercih ettim. Büyük bölümünü de izledim. 1-1 tamamlanan ilk yarının sonunda ikinci devrenin 70. Dakikalarına doğru iyice kilitlenen oyunu açmak üzere Klopp Shaqiri’yi oyuna aldı.
Shaqiri’yi bilmeyenler, tanımayanlar için; tam Valbuena’ya benzeyen bir futbolcu.
Salah, Firmino, Mane’li takımın yapamadığını, Shaqiri biraz da şansının yardımıyla 3 dakikada gerçekleştirip, gerçek bir hamle oyuncusu özelliğiyle maçın kazanılmasını sağladı.
Futbolcu ve takım kalitesi bakımından bu karşılaştırmanın haksızlık olduğunu da biliyorum, ancak 67 ve 72. Dakikalarda sırayla Ekici ve Valbuena’nın çıkmasından sonra Fenerbahçe’nin oyunu tamamen rakibe teslim ettiği gerçeğini göz önüne getirince ilk örneğin bize bir şeyler ifade etmesi gerekiyor.
Haftalardır maç izlemeye “bu sefer sadece futbol yazacağım” diyerek oturuyorum ama bir türlü olmuyor, Fenerbahçe buna izin vermiyor.
Daha kötüsü olmaz diyerek attığım başlıklar, yaptığım yorumların hepsi haftalar geçerken kendisini tekzip etti, durdu; Fenerbahçe’nin dibe yolculuğu bir türlü bitmedi.
Fenerbahçe bir okul, öğrenme yeri midir?
Başkan’ın bir süre önce bu işin okulu olmadığı, tecrübe kazanmak için zaman ve pratik yapılması gerektiğini ima eden bir konuşma yaparken onu şaşkınlıkla izlemiştim.