Siyasi arena kıpır kıpır. Bir yanda ittifak bileşenleri arasında denge hesapları, yeni birliktelik olasılıkları ve aday kim olacak, olmalı çekişmeleri yaşanıyor. Diğer yanda da istifalar, partilerarası transfer hareketliliği var... Ankara’da kulisler kaynıyor... Yeni istifalar ve milletvekillerinin parti rozeti değiştirme olasılıkları pik yapmış durumda. Kimi buna partilerin seçime dönük vitrin yenileme, güçlendirme çalışması diyor, kimi de siyasi menfaat, gelecek beklentisiyle yer değiştirme olarak görüyor. Hem en fazla vekili biz çıkaralım, parlamentoda söz bizde olsun hem de her ne olursa olsun 600 vekil arasında ben de olmalıyım hesapları ya da kavgası var açıkçası. Dolayısıyla tam bir kazan kazan durumuna odaklı hamleler ve beklentileri içeren bir hava söz konusu. Bu bağlamda sorgulanan tartışılan bir başka nokta da şu:
Herhangi bir partiden seçilmiş milletvekilinin istifa edip parti değiştirmesi, bunun da özellikle transfer havasında yapılması doğru mu? İlkesel, ahlaki açıdan ters değil mi?
Malum bunun bir de seçmen, vatandaş cephesinden bakıldığında
Siyasetin gündeminde CHP ve İYİ Parti’nin art arda yaptığı ABD ziyaretleri ile 6’lı Masa’nın Cumhurbaşkanı adayı arasında bağlantı kurma arayışları var. Ağırlıklı olarak da her iki heyetin temaslarına dönük tespitler, eleştiriler, hatta etkinlik açısından kıyaslamalarla. Ki bu anlamda iki parti arasında göndermeler bile oldu. Niyesi malum. Daha baştan Başbakanlık hedefi koyan İYİ Parti lideri Akşener’in Cumhurbaşkanlığı adaylık olasılığı da artık iyiden iyiye konuşulmaya, tartışılmaya başladı. Yani çok bilinmeyenli 6’lı Masa denklemine CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun hâlâ flu olan adaylık durumu benzeri “Olur mu olmaz mı, olursa da nasıl olur?” gibisinden yeni bir soru daha eklendi. Dolayısıyla, denklemin çözümüne dönük formüller, senaryolar da yenilenmiş versiyonlarıyla havada uçuşuyor. İkisinden birinin ortak adaylığı ya da her ikisinin de olabileceği çoklu aday olasılığı dâhil. İlk turda birbirleriyle yarışma, ikinci turda sonuca göre birleşme hesabı yani. Tabii yine olur ya da olmaz opsiyonlu gel-gitlerle. Mesela, Kılı&cc
Savaş çığırtkanlığı ve tahrikleriyle Ege’de gerilimi tırmandıran taraf olmasına rağmen mağdur palavrasına yatan Yunanistan’ın Türkiye’yi 92 kaçak göçmeni soyup çıplak bir biçimde kendi tarafına itme suçlaması sağlıklı bir ruh hali değil. Dahası, zekâ sorgulanmasını da gerektiren bir durum. Çünkü karadan kapısına dayanan göçmenleri insan haklarını ve uluslararası hukuk kurallarını hiçe sayarak döven, çırılçıplak soyan, öldüren, denizde de botları şişleyerek bebekleri, kadınları acımasızca ölüme terk eden bizzat kendileri. Sadece son üç yılda (2020-2021-2022) şiddet kullanılarak denizden ve karadan geri itilenlerin sayısı 62 bin civarında. Buna Ege’deki göçmen trafiğinin pik yaptığı, 2015 yılında Genelkurmay Başkanlığı’nın özel izniyle bindiğimiz Sahil Güvenlik Komutanlığı’na ait botta yaşadıklarımızla biz de tanık (18 Kasım 2015 tarihli yazımız) olmuştuk. Türk Sahil Güvenlik botları göçmenleri çıktıkları bu ölüm yolculuğundan
Bartın’daki “kara” kömür ocağında yaşamını yitiren madencilerimizi “kara” toprağa verdik. Acılar da kalplere gömüldü. Daha öncekilerde olduğu gibi... Aynı yara hala kanıyor yani. Hem de eskilerden ders alınarak iyileştirildi denilen çalışma koşulları ve olaya müdahalede gelişen imkanlara rağmen. Anımsıyorum da gazeteci olarak tanıklık ettiğim ilk maden faciası Zonguldak’a bağlı Armutçuk beldesinde TTK’ya ait kömür ocağında 7 Mart 1983’te meydana gelen grizu patlamasıydı. 103 işçi hayatını kaybetmişti. Zaten son derece eski teknolojiyle üretim yapan kömür ocağının havalandırma sistemi tümüyle ters kurulmuştu, yani içeride biriken grizu gazını tahliye etmesi bir yana dursun, işçilerin soluduğu kirli havayı bile dışarı atmıyordu. Yardım amacıyla ocağa inen ama oksijen maskelerinin yetersizliği, delinmesi nedeniyle ölenler bile olmuştu. Dönemin Başbakanı Bülend Ulusu Armutçuk’a gelip bilgi almış, daha sonra da ölen işçilerin cenaze törenine katılmıştı. O günlerin Çalışma Bakanı
6’lı masadaki liderler ve sözcüleri her buluşma sonrası ya da fırsatta etkin politikalarla ülke sorunlarının çözüleceğine dönük mesajlar verdi, veriyor. Ancak bunların nasıl olacağı henüz ete kemiğe bürünmüş değil. Daha çok ekonomik, sıkıntılar ve zorluklara dönük tespitler, iktidara yönelik eleştiriler ön planda. Oysa vatandaş da diyor ki: “Benim yaşadıklarımı bana anlatma, çözümün ne onu söyle.” Mesela “Pahalılık, yüksek enflasyon, işsizliğe karşı sihirli reçetelerin var mı veya terörle mücadele konusundaki bakışın, yöntemlerin nedir?” gibi. Yani 6’lı masayla ilgili merak edilenler yalnız “Aday kim olacak?” sorusuyla sınırlı kalmıyor, onun çok daha ötesine geçerek doğrudan sokağın, vatandaşın derdine nasıl derman olunacağına uzanıyor. Tabii inandırıcılık ve ikna katsayısıyla bağlantılı olarak. Malum, bir de “Yapabilirler mi?” gibisinden güven sıkıntısı söz konusu. Böyle bir durumda da normalde ne olması beklenir? Sokağın sesine kulak vermek...
Kırım’daki Kerç Köprüsü’nü yıkan patlamanın ardından füzelerle misillemede bulunan Putin, Ukrayna şehirlerini kan gölüne çevirdi. Saldırı sonrası açıklama yapan Zelenski de intikam yemini etti. Sabotajlar, provokasyonlar, yüksek yoğunluklu çatışmalar içeren, çok karanlık, ne olacağı belirsiz bir süreç söz konusu. Herkes savaşın nereye evrileceğini konuşuyor. Olasılıklar arasında nükleer silahlı kıyamet senaryoları bile var. Evet, normal akıl, mantık böyle bir çılgınlığı Putin yapmaz, cesaret edemez diyor ama ona bakılırsa normalde bu savaş da hiç başlamamalıydı. Çünkü daha en başta da normal akıl, mantık Putin, Ukrayna’ya falan saldırmaz diyordu. Hatta savaş öncesinde “Rusya 16 Şubat’ta Ukrayna’ya saldıracak, taarruz planları şunlar” gibisinden birçok öngörülerde bulunan Biden’ın saldırgan ve yayılmacı hedefleri olan Putin’e bir şekilde engel olacağı konusunda hemen herkes hemfikirdi. Bu da mümkündü. İstihbarat başarısıyla “Helal
Türkiye’nin Suriye’de tavrı çok net. Sınırında terör ordusu, terör yapılanması, yani PKK/PYD/YPG’yi istemiyor. Dolayısıyla da Suriye’de parçalanma değil, toprak bütünlüğünden yana ve kartlarını açık oynuyor. Bu bağlamda bugüne dek de sahada ve masada son derece kritik hamleler yaptı. Yeni bir harekatın başlaması da her an olası. Dahası şimdilerde Türkiye ile Suriye arasında istihbarat servisleri arasında zaten var olan ikili ilişkilerin doğrudan hale gelmesi, hatta Esad ile görüşme ihtimali dahi konuşuluyor. Bu anlamda en kritik sinyal de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Esad ile görüşür müsünüz?” sorusuna verdiği yanıttaki “Mümkün değildir’ gibi bir ifadeyi kullanan bir siyasetçi değilim. Vakti saati geldiğinde biz Suriye’nin başkanıyla da görüşmeye gideriz” ifadeleriyle geldi. Yani harekât olasılığı geçerli, diğer seçenek görüşme de olabilir bir durum. Ki bu anlamda Moskova’nın bir orta yol bulma, iki ülke arasında bağlantı kurma çabası da
Siyasette “taktik” kritik önemde. İktidar ya da muhalefet hangi adımı ne zaman ve nasıl atmalı ki rakibini sıkıştırabilsin. Siyasal mücadelede daha avantajlı hale gelebilsin. Dolayısıyla, partiler ve siyasetçilerin buna kafa yormaları doğal, olması gereken bir durum. Ancak atacakları adımın arkasını, bir satranç oyuncusu gibi hesaplamaları da gerekiyor. “Ben bu hamleyi yaparsam, karşımdaki ne yapar? Ona karşı da bir sonraki adımlarım ne olmalı?” gibi. Çünkü hamle varsayımlarını ne kadar isabetli yapar ve ne kadar ileriye götürürlerse, başarı şansları o kadar artar. Yoksa o hamleler karşı tarafın işine yarayabilir, koz haline gelebilir. Onun için, siyasette hamle yaparken arkasını, sonrasını, dahası, getirisini götürüsünü özellikle de zamanlamasını en ufak ayrıntılarına kadar “hesaplamak” şart. Yani durduk yere hamlelerle nereden çıktı bu dedirtmenin anlamı yok. Dolayısıyla, Kılıçdaroğlu’nun son başörtü hamlesiyle akla gelenler de malum:
Her fırsatta “Ben hesap uzmanıyım, neyin ne olduğunu bilirim”