Herkesin günahı boyundan aşkındır. Bazıları da vardır ki neresinden tutarsan tut falsolarla doludur hayatları. Buna rağmen başkalarını öyle acımasızca yargılar ve eleştirirler ki sanırsın sütten çıkmış ak kaşıktırlar. En çok da bu insanlar konuşur başkalarının falsoları hakkında. Kendi hayatlarına bakmazlar, bir günah keçisi bulmuşlardır ve durmadan onun dedikodusunu yaparlar hatta yetmez açıkça üzerine gelirler. Öyle bir portre çizerler ki modern zamanların kralları/kraliçeleridirler ve peri masalını yaşıyorlar sanırsın. Bilmedikleri bir konu olmadığı gibi, yaşamadıkları güzel bir şey de kalmamıştır. Çocukları mükemmel, eşleri ideal eş, hayatları kusursuzdur. Size de tanıdık geliyor mu bu anlattıklarım?
Bir toplulukta ne zaman birileri çekiştirilmeye başlansa aklıma hep şamar oğlanının hikayesi geliyor. Ara ara kullandığımız şamar oğlanı deyiminin oldukça ilginç bir hikayesi var. 16. ve 17. yüzyıllarda feodal düzenin hakimiyeti sonucu, üst sınıf ve alt tabaka arasındaki uçurum iyice açılmış. Öyle ki soylu kesim, kendisini halktan
Geçen hafta, tam da ben kısa bir tatildeyken Mehmet Yılmaz, “Bir insanı ne kadar tanıyabilirsiniz?” başlıklı, harika bir köşe yazı yazmış. Kendim de bu konuyu da içeren bir dizi eğitim vermiş ve işim gereği bol bol kişilik analizi yapmışken başka bir gözle ve anlatım diliyle bu köşe yazısına denk gelmek bana şahane geldi. Bu sabah niyetim, yeni teknolojiler üzerine yazmaktı ama haftaya bıraktım.
Mehmet Yılmaz, “Falancayı gerçekten iyi tanıyorum, cümlesini kurabilmeniz için o insan ile ne kadar süredir iletişim içinde olmalısınız? Altı ay? Bir yıl? Yedi yıl? On yıl? Daha az? Daha fazla?” sorusunun cevabını verirken Haruki Murakami’nin muhteşem romanı ‘Zemberekkuşu’nun Güncesi’nden bir kesitle konuya girmiş, bence şahane olmuş. Haruki Murakami’yi tanımayanlarınız varsa Japonya’nın 20. ve 21. yüzyıldaki en önemli ve en popüler kült yazarlarındandır, bir an önce tanışın ve ‘İmkânsızın Şarkısı’ kitabını okumakla başlayın.
İnsanı tanımakla ilgili köşe yazısında özetle şöyle diyor Yılmaz: “Şurası
Şu aralar hayat bizleri güçlü bir şekilde sağlıkla sınıyor. Koronavirüs nedeniyle pandemi ilan edilecek boyuta gelince evrensel sorunumuz oldu sağlık. Oysa hep evrenseldi ama “ateş düştüğü yeri yakar” misali çoğu zaman ‘yaşayan bilir’ ile sınırlı kalıyordu. Son yıllarda farkındalık yaratılmaya çalışan birkaç hastalıktan ibaretti bildiğimiz ciddi sağlık sorunları ya da yakınlarımızda, kendimizde deneyimlediğimiz kadar. Ayıp değildi, kusur değildi, günah değildi ama konuşulmaz ve bilinmezdi çoğu rahatsızlık.
Oysa kimisinde kanser gibi erken teşhis önemliydi ve farkındalıkla hayatlar kurtarılabilirdi. SMA gibi hastalıklarda el vermek, ucundan tutmak, genç canları yaşama tutundurmak gerekiyordu. Daha bilmediğimiz niceleri vardı. Farkındalık önemliydi; öncesi için de, erken teşhis için de, yaşarken geçirilecek tüm süreçler için de, sonrası için de, toplum olarak duyarlılık gösterebilmemiz için de, benzer sorunları ileride yaşayabilecek olan için de, tüm sağlık personelleri için de, hasta
Geçen hafta arkadaşlarım arasında küçük bir anket yaptım ya affetmek üzerine yazacaktım ya negatif insanların üzerimizdeki yıkıcı etkisi ya da neden her zorluğa rağmen umudumuzu kaybetmemiz gerektiği üzerine. Aslında hepsi bakış açısına çıkıyordu. Sonunda affetmek üzerine yazmaya karar verdim. Daha önce affetmenin ne demek olduğu ile ilgili bir dizi köşe yazısı yazmıştım zaten. Kurumsal hayata yönelik ‘affetmek’ başlıklı eğitimler de vermeye başladığım için yeniden bu konuda yazmam konusunda ısrarcı oldular. Sanırım anlattığım hikayeler ilgilerini çekiyor.
Sabah uyandım, köşe yazımı yazmaya koyulacağım karşıma Ajda Pekkan’ın “Bi’ Tık” isimli yeni yeni şarkısı çıktı. Sözleri kısaca şöyle;
“Ne kaçırdığını bilsen ölürdün
Ateşe yalın ayak yürürdün
Gözün hiçbir şeyi görmezdi
Rengime bürünürdün
Ah bi’ bilsen ölürdün.
Başlığa bakınca aklınıza ilk başta balıkçılarda yediğimiz deniz mahsulü ‘kalamar’ gelebilir ama ben size dünyayı kasıp kavuran ve kasıp kavurduğu kadar da tartışılan ‘Kalamar Oyunu’ dizisinden bahsedeceğim. 1960’lardan bu yana özellikle Kuzey Kore’nin yarattığı baskıya karşı bir iletişim aracı olarak görülmüş olan Güney Kore sineması zirve noktalarından birini, 2020 yılında ‘Parazit’ filmi ile 92. Akademi Ödülü’nü (Oscar) ‘En İyi Uluslararası Film’, ‘En İyi Orijinal Senaryo’ ve En İyi Yönetmen’ ödüllerini alarak yaşamış ve önemli bir çığır açmıştı.
Güney Kore, son dönemde gençler arasında geniş kitlelere ulaşan K-POP müziği çılgınlığından sonra şu sıralarda sinemasıyla da sesini duyurmakta ve farklı anlatım arayışlarının ilgi gördüğü pandemi sonrası popüler kültür dünyasında hızla trend belirleyici role soyunmuş durumda. Öne çıkan dizi ve filmleriyle günümüzde bizleri etkisi altına almış birçok meseleyi
Bence bir ilişkide; evlilik, iş, arkadaşlık vs. en önemli şey dürüstlüktür denir. Samimiyetin belirtisi gözler, dürüstlüğün ifadesi de tutulan sözler ve gerçekleri paylaşmak olarak adlandırılır. Ama bir bakarsınız, samimiyet kisvesi altında en tehlikeli yalanların bile samimiyetle çarptırılmış haline rastlarsınız. “Dürüstlük, kişinin bildiğini söylemekle... İşine geleni söylemek arasında yaptığı seçime dayanan bir ahlak sorunudur” diye de tanımlanır üstelik. Eğitimlerini verdiğim Stephen R. Covey de der ki, “Dürüstlüğü kanıtlamanın en önemli yollarından biri, o sırada yanınızda olmayan kişilere sadakat göstermektir.”
Bir de şu kendine dürüst olma meselesi var, profesyonel bir koç olarak neredeyse en çok üzerinde çalışmak durumunda kaldığım konu diyebilirim bunun için. Bir insanın kendine yapabileceği, hatta yapması gereken en güzel ve ilk şey, kendine dürüst olmasıdır. Dürüstlük; bütün yaratılmışlara şefkat ve merhametle yaklaşmaktır da. Yani
Nasreddin Hoca’nin “Ye kürküm ye” fıkrasını bilmeyeniniz yoktur. Nasreddin Hoca’yı bir gün ziyafete çağırırlar. Hoca günlük kıyafeti ile gider. Kendisiyle pek ilgilenen olmaz. Hemen evine gidip en yeni ve gösterişli elbiselerini, üzerine de kürkünü giyer ve ziyafet konağına tekrar gider. Daha kendisini kapıda görür görmez, büyük bir hürmet gösterirler, başköşeye oturturlar. En iyi yemekleri evvela ona ikram ederler. Hoca her ikram edilen şey önüne konduğunda, kürkünü yakasından özenle tutup, “Ye kürküm ye” der. Kendisine “Hocam, bu nasıl iş, hiç kürk yemek yer mi?” dediklerinde ise “Ne yapalım, davet sahibi bunları kürküme ikram ediyor” der.
Fıkranın özü, “görünüşe aldanmamak”tır. Gidilecek yere uygun elbiseler giymek gerektiği ve ilk intibanın görünüşle belirlendiği gerçeğinin yanı sıra esas olanın ambalaj değil, ambalajın içindekinin değeridir. Eskilerin dediği gibi, zarfa değil, mazrufa (yani zarf
Bugün ardışık yazarlık tekniği ile yazılmış çok yazarlı ilginç bir kitaptan bahsedeceğim, Çölün Sesi’nden…
Aslında kader örgüsünde hiçbir şeyin tesadüf olmadığını ve dışarıya çıkış yolunun içeriden geçtiğini anlatan bir romandan. Sizi çok yazarlı olmanın ötesinde ‘ardışık yazarlık’ kitap kavramı ile ve yazarlardan biri olan, aynı zamanda kreatif editörü Sevay İpek Aydın ile de tanıştıracağım.
Biliyorum çok kitap yazılıyor, ben de çok okurum. Hatta okumak isteyip zamansızlıktan okuyamadıklarım için üzülürüm. Böyle olunca onları ve kendimi yetim bırakmış gibi hissettiğim dahi oluyor. Okuduğum kitapları, defalarca tekrar tekrar okuduklarımı, okuyup da hayatımı değiştirenleri yazmaya kalksam köşeler yetmez. Ama bazı kitaplar daha özeldir işte; Çölün Sesi de ardışık yazarlık tekniği ile yazılmış olması başlarda olmak üzere pek çok açıdan farklı bir roman.
Bu güzel sonbahar mevsiminde, eylül ayının güçlü yenilenme enerjisiyle hafif hafif esen