Sezin Sivri

Sezin Sivri

Tüm Yazıları

Nasreddin Hoca’nin “Ye kürküm ye” fıkrasını bilmeyeniniz yoktur. Nasreddin Hoca’yı bir gün ziyafete çağırırlar. Hoca günlük kıyafeti ile gider. Kendisiyle pek ilgilenen olmaz. Hemen evine gidip en yeni ve gösterişli elbiselerini, üzerine de kürkünü giyer ve ziyafet konağına tekrar gider. Daha kendisini kapıda görür görmez, büyük bir hürmet gösterirler, başköşeye oturturlar. En iyi yemekleri evvela ona ikram ederler. Hoca her ikram edilen şey önüne konduğunda, kürkünü yakasından özenle tutup, “Ye kürküm ye” der. Kendisine “Hocam, bu nasıl iş, hiç kürk yemek yer mi?” dediklerinde ise “Ne yapalım, davet sahibi bunları kürküme ikram ediyor” der.

Haberin Devamı

Fıkranın özü, “görünüşe aldanmamak”tır. Gidilecek yere uygun elbiseler giymek gerektiği ve ilk intibanın görünüşle belirlendiği gerçeğinin yanı sıra esas olanın ambalaj değil, ambalajın içindekinin değeridir. Eskilerin dediği gibi, zarfa değil, mazrufa (yani zarf içine konmuş kâğıda) bakmak gerekir. Her fıkrada olduğu gibi, bu fıkrada da olay mübalağa edilmiş, yani abartılmıştır. Edebiyatta abartma, anlatımı güzel ve etkili kılmak için başvurulan bir söz sanatıdır. Fıkralar da, kıssadan hisse hikâyeleri de abartılarla doludur. Peki ya gerçek hayat? Gerçek hayatta da abartmaya gerek var mıdır? Yoksa abartanlara “abart-ma” demek mi gerekir?

Dünyanın en iyi üniversiteleri sıralamasında başlarda yer alan Harvard ve Stanford’u duymuşsunuzdur. Bu iki üniversite için mübalağaya gerek yoktur, başarıları ortadadır. Gelgelelim ki, bu iki üniversite hakkında internette rastladığımız bir hikâye vardır ki, adeta mübalağa sanatından ibarettir. Hikâyeye göre Stanford, taşralı bir karı koca tarafından, ölen oğulları anısına yaptırılmış.

Kaba saba, soluk, yıpranmış kıyafetler giymiş yaşlı bir çift, soluğu Harvard Üniversitesi’nin rektörlük binasında alırlar. Rektör sekreteri ne idüğü belirsiz taşralıları içeri almak istemez, Harvard gibi bir üniversitede ne arıyorlardır? “Rektörün bugün size ayıracak bir saniyesi bile yok” der. Yaşlı kadın, çekingen bir tavırla “Bekleriz” diye mırıldanır. Sekreter, taşralıların biraz bekledikten sonra gideceklerini umar. Saatler geçer, sonunda rektör dayanamaz ve isteksiz bir biçimde kapıyı açar. Yaşlı çift, Harvard’da okuyan oğullarını bir yıl önce bir kazada kaybettiklerini, onun anısına okul sınırları içinde bir yere, bir bina yaptırmak istediklerini söyler. Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar fırlatarak, “Siz bir binanın kaça mal olduğunu biliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm, 7,5 milyon dolardan fazlasına çıktı...” diye çıkışır. Yaşlı kadın, sessizce kocasına döner ve “Üniversite inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş? Peki, biz niçin kendi üniversitemizi kurmuyoruz o halde?” der. Bay ve Bayan Leland Stanford dışarı çıkarlar, Doğu Kaliforniya’ya, Palo Alto’ya giderler ve Harvard’ın artık umursamadığı oğulları için bir üniversite kurarlar, Stanford’u! Bu üniversite artık Amerika’nın en önemli üniversitelerinden biridir.

Haberin Devamı

Peki, bu hikâye doğru mudur? Doğru olan tarafları vardır, fakat hemen her etkileyici şehir efsanesinde olduğu gibi, bu hikâye de oldukça abartılmıştır. Hikâyenin aslı şöyledir: Stanford Üniversitesi, Kaliforniya Valisi ve demiryolu patronu olan Leland Stanford ve eşi Jane Stanford tarafından, 16. yaş gününden hemen önce, tifodan ölen tek çocukları Leland Stanford, Jr. anısına kurulmuştur. Üniversiteyi yaptırmaya karar verdikten sonra düşünür taşınırlar, yeni bir üniversite kurarak her şeye sıfırdan başlamaktansa, başarılı bir üniversitenin benzerini yaptırmaya karar verirler. 1636 yılında kurulmuş ve ABD’nin en eski yükseköğretim kurumu olmakla övünen meşhur Harvard‘da karar kılarlar. Üniversitenin başkanı Elliot’ı ziyarete giderler. Elliot’tan, Harvard’ı yeniden inşa etmenin 15 milyon dolara mal olabileceği bilgisini alırlar. Hikâye, Leland Stanford ve eşi Jane Stanford‘ın hayallerindeki üniversiteyi, Stanford Üniversitesi’ni yaptırmalarıyla son bulur.

Haberin Devamı

Peki nasıl olmuştur da, Kaliforniya Valisi, hikâyede “taşralı ve kötü giyimli ama inanılmaz derecede zengin” bir insana dönüştürülmüştür? Neden gerçek bir başarı öyküsü hiç de abartıya ihtiyacı yokken böylesine abartılı bir hale büründürülmüştür? Yazımda sorduğum tüm soruların cevapları, Albert Camus’nün “İnsan, ne ise o olmayı reddeden tek mahluktur” cümlesinde gizlidir. “Abartma”ya gerek yoktur, abartanlara “abart-ma” demek gerekir.

Tabii, günümüzde başarı hikâyeleri, girişimcilik öyküleri hariç, genelde tersine yönde bir abartma mevcuttur. Kendini olduğundan fazla abartılı gösterme hali diyelim. Sosyal medya başta olmak üzere, tüm arkadaş toptlantılarının başrolü maalesef ki abartma olmuş durumdadır artık.

İnsan abartmamaya önce kendi kendine başlamalı, ne olduğunu iyi bilmeli, gerçekçi bir öz algıya sahip olmalıdır. Zira, her insan sadece insan olduğu için bile değerlidir. Gerisi egoya hizmet eden bir abartmadır. Altında özgüven yatan sorunlar vardır.

En güzeli Mevlana Celaleddin Rumi’nin dediği gibi, “Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol. Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol. Hoşgörülükte deniz gibi ol. Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol”dur. Biliyorum, bu sözdeki gibi olmak kolay değil, bütük bir erdem ve bilgelik gerektiriyor, ama en azından abartmayarak ya da abartan insanlara paye vermeyerek işe başlayabiliriz.