Her sene bu zamanlar benim 201X’im başlıklı bir yazı yazıyorum. İyisiyle kötüsüyle o yılı nasıl geçirdim, hangi dersleri, öğretileri aldım, kendime ve başkalarına neler kattım, neleri ne uğruna feda ettim ve ne kadar yol aldım onları çıkarıyorum. Bir nevi kalbim ve beynimle olan iç hesaplaşma/konuşma diyebiliriz buna.
Böylesine özel bir şeyi sizlerle paylaşmamın da daha öncesinde de yazdığım gibi 2 nedeni var. Birincisi, hayatımda kalpten kalbe bağ kurmadığım kimseyi barındırmamaya niyet etmiş biri olarak, hayatımın yansımalarını kaleme aldığım köşe yazılarımı okuyan sizlerle de böylesi anlamlı bir bağ kurmayı hedefliyorum.
İkincisi hayat ne kadar zor ya da acı dolu olursa olsun beni en çok yukarı çeken, hayata dair farkındalığımı arttıran ve pozitif psikoloji efekti ile her zaman küllerimden doğmamı sağlayan bu yöntemi sizlere aktarmak telaşı güdüyorum. Belki benden feyz alırsınız ve bu farkındalık ile hayatınız üzerine düşünüyor olmanın katma değerini yaşarsınız diye.
Ben 2018’imi ‘KENDİMİ SEVMEM GEREKTİĞİ’ gerçeği ile flört ederek geçirdim. Bir barıştık, bir ayrıldık, bazı günlerim kendimle sevgili, bazı günlerim kendimle düşman, bazı günlerim kendimle dost geçti. Sonra
Siz satırların arasında gezinirken ödediğiniz paranın birilerinin bir ihtiyacını karşılıyor olmasına ne dersiniz? Bir iyilik projesinde okuyucu olarak yer almak için işte size fırsat.
İzmir ’den başlayan dünyanın farklı ülkelerini dolaşan 35 yazarlı bir roman düşünün. Bu 35 kişiyi bir araya getiren şey ise yazmak ve yardım etmek tutkusu. Kendilerini ‘Human Circus Gönüllü Yazarlar Topluluğu’ adıyla anıyorlar. Her biri farklı deneyimleri ve profesyonel yaşamlarındaki titizliklerini ardışık yazarlık tekniği ile yazılan ‘35mm’ adlı romana aktarmışlar. Bir kitap yazmak belki birçok insanın hayalidir. Bu belki de dünyadan geçerken bir iz bırakma güdüsünün bir sonucudur, kim bilir. Ardındaki motivasyonun; kitap gelirlerinin bir yardım kuruluşuna devredilecek olması ise tam da İzmir’e yakışan bir tutum.
35 mm, 35 yazarın ortaklaşa yazdığı yaratıcı bir polisiye. Farklı yaş gruplarından ve farklı ülkelerden 35 yazarın gözüyle İzmir ’den Amsterdam ’a uzanan heyecan dolu bir roman. Psikolojik kurgusu ile okurları için macera dolu bir okuma deneyimi sunuyor. Konusu hakkında küçük bir ip uçu vermem gerekirse; “Bazen hayatınızdaki insanlar sandığınız kişi olmayabilir. Peki ya görüntüleri
Affınıza sığınarak bugün biraz kendimle dalga geçmeye ve yeni trend olarak nitelendirilen ‘spiritüel âlem’in kapılarını eğlenceli bir şekilde aralamaya niyetliyim.
Öncelikle şunu söylemeliyim: Ben hayatta ne hakkında büyük konuştuysam yaladım yuttum. Buna spiritüalizm de dahil! (Bak, yine başka bir spiritüel bilgiye geçiş yapmak zorunda kaldım, 3Y Kuralı: 1. Yargılama, 2. Yadsıma, 3. Yadırgama)
Nevi şahsına münhasır bir insan olarak bir zamanlar bilime tapardım: bilim adamları, dâhiler, bilimsel araştırmalar ne dediyse, onların ışığında gider spirütüel bilgileri ve uygulamaları kabul etmez, eleştirir, yok sayar, hatta küçümserdim. Bir kişisel gelişim uzmanı olarak çıktığım televizyon programları, konferanslar, eğitimler, danışmanlıklarım, hatta köşe yazılarım dahil hepsinde spiritüel konulara bir güzel giydirirdim.
Hayata yansıtılabilmeli
Bu arada, 12 yıl öncesinde koç olmuş ve bu konulara hafif hafif ısınmaya başlamış olsam da tam anlamıyla olaya girememiştim. Sonra ne oldu dersiniz hop, “Bir musibet bin nasihatten iyidir” atasözümüzü doğrularcasına bir musibet sonrası tam olarak spiritüalizmin, ezoterik ve kadim öğretilerin kucağına düştüm. Ama ne düşüş, bulutların üzerine
Çocukken ne kolaydı her şey; bir şey dilerdim, çoğu zaman dilediğimi bile fark etmeden, oluverirdi. Neydi bugünkü dileklerim ile çocukkenkiler arasındaki fark da kolaycacık oluveriyordu dileklerim? Fark ediyorumda dileklerimde çocuk halimdeki ben gibi masumuş. Büyüdükçe masumluğumu yitirişim dileklerime de yansımış meğer. Tutkuyla istediklerimin esiri olmuşcasına illaki olsun, olmalı diye dilediğim dileklerim olmuş. Önünü, arkasını, bana olan hayrını, diğerlerine etkisini vs. hiç düşünmemişim! Olduğunda bin pişman olacağım dileklelerimin olmaması için bana kim, hangi güç yardım etti onuda bilmiyorum ama ben masumane dileklerimi kaybettiğimde yerine dilediğim bazı dileklerimi gerçekleştirmeyen o güce minnettarım şimdi.
Nereden çıktı şimdi bu dilek dileme mevzuu derseniz; kasım ayları böyle geçer bende. Yılı kapatmaya hazırlanan muhasebeciler gibi sene bitmeden başlarım ben kendimi sorgulamalara. Kandildi, hıdralezdi, doğum günümdü, yıl başıydı ve bana dair bir kaç özel an daha neler dilemiştim koca yıl? Peki ya daha öncekilerde neler diliyordum. Ve fark ettim ki geçen onca yılda benimle birlikte dileklerimde değişmiş.
Şahşi şeyler yerine evrensel şeyler diliyorum artık... Yaş
Miras denince akla hep güzel şeyler geliyor değil mi? (Miras kavgaları hariç elbette! O kadar güzel bir şey ki şu miras, kalmaya görsün insanları uğruna kavgaya bile tutuşturuyor.) Atalarımızdan bize miras kisvesi altında bırakılmış hediye kıvamında mal, mülk, para ya da mücevheri kim sevinmez ki? Ha bir de ‘kültürel miras’larımız veya ‘kültür mirasları’mız var ki; onlar da yine önceki kuşaklar tarafından oluşturulmuş ve evrensel değerlere sahip olduğuna inanılan eserlere deniyor. Bunlarla da gurur duymamak imkansız. Ama bir de benim deyimim ile ‘epigenetik miraslarımız’ var ki, pek gündeme gelmeyen bir miras çeşidimiz olur kendisi sanırım onunla başımız biraz dertte.
Neresinden başlasam ve şuncacık yere koca bir (epigenetik) bilim dalının anlatımını ve bu peşimizi bırakmayan -kötü epigenetik mirasımızı dize getirme yöntemi olan- aile dizimi sistemini sığdırsam diye karar kara düşünüyorum. Artık elimden geldiğince yazmaya çalışacağım ama yetersiz kalırsam affola. DNA’mız -özellikle İnsan Genom Projesi ile belirlenen 25.000 gen-şimdi yaygın şekilde insan bedeni için talimat kitabı olarak kabul ediliyor. Ancak son yıllarda yapılan çalışmalar gösteriyor ki, nesilden nesile aktarılan
Tatillerin son bulması, okulların açılması ve hatta havaların soğuması ile gerçek hayata döndük hepimiz. Yine başladı bilindik telaşlarımız. Etraf çocuğunu kurstan kursa yetiştiren, olmadığı insan oldurtmaya çalışan, hafifletmeleri gereken gereksiz ve bir o kadar zararlı sınav stresini iyice büyüten ebeveynler ile dolu. Tam da gerçek hayat demişken bireyler, ebeveynler ve eğitimciler olarak yeni eğitim dönemi başlangıcında şöyle bir kendinize bakmanızı istiyorum…
Ben bir eğitimzedeyim! Berbat bir ilkokul öğretmenim vardı, derslerde açık öğretim sınavlarına çalışırdı. Kendimi anaokulunda değil de okulda hissetmem yıllarımı aldı. Disleksi olduğumu ise 27 yaşındayken öğrendim. O zamana kadar hiçbir eğitimci bunu fark etmemişti. Sayısal derslerde başarılı iken sözel derslerde zorlanıyordum. Hani şu Einstein’dan Mozart’a, Beethoven’dan Leonardo da Vinci’ye kadar birçok dâhinin yaşadığı rahatsızlık disleksim varmış da kimsenin haberi yokmuş. Bu nedenle okumayı sevmem ancak üniversite sonrası dönemime denk geldi.
Eee bir de anne, baba faktörüm var tabi. Üstüne eşim de eklenince tam oldular. Ben hepsine birden kısaca bizimkiler diyorum. Bizimkiler benim için daima “en iyisini” istediler ve
10 Ekim günü “Dünya Ruh Sağlığı Günü” idi. Uzmanlar küresel bir kriz olarak depresyonun eşiğinde olduğumuzu açıkladı. Şu anda dünyada 450 milyon insanın depresyonda olduğunu ve bunların sadece yüzde 10’nu yardım istediğini bilmek, aklıma yakında insanlığın çıldıracağı düşüncesini getirdi. “Küresel bir kriz olarak depresyonun sonucu hep birlikte delireceğiz işte” diyerek içinde bulunduğumuz tehlikeyi hafife almak istedim sanki. Birden Voltaire’in “Delilik nedir? Hatalı algılayıp, onlardan doğru sonuçlar çıkarmaktır” tespitini hatırladım. Ne kadar da haklıydı Voltaire! Pek çok zorluğun altında hayatı ve olayları hatalı algılayışımız yatıyordu. Olayları çözdüğümüzü sandığınız anda ortaya çıkan gelişmeler genelde bizi şaşırtmıyor muydu? Hiç aklımıza gelmeyen, hesap edemediğimiz olasılıklarla karşı karşıya kalmıyor muyduk? Yıllar sonra aslında hiç bir şeyin görünenden ibaret olmadığını görünenin ve algıladığımızın ardında pek çok şey olduğunu fark etmiyor muyduk?
Çoğu zaman gördüklerimiz sadece aklımızın bize bir oyunudur. Albert Einstein da söylediği gibi, “Gerçek çok uzun süren bir yanılsamadan başka bir şey değildir”. Bizler de o anda bize öyle gelen şimdiki gerçeklerden,
Bir hayalim var, ‘dünya insani’ olmayı istiyorum. Henüz bu hayalimin çeyreğine dahi gelememiş olsam da bu yolda her sene bir kaç adım atıyorum. Dünya insanı olmak için; bir parça gezmek, çokça okumak en önemlisi de geniş düşünce bandına geçebilmek gerekiyor. Ben de işte bu yüzden seyahat ediyorum. Bu evrenselliği yakalayabilmek, farklı dil ve kültürler ile karşılaşmak, onları anlamak, sadece karşılaşıp anlamakla da değil anladıklarından bir şeyler öğrenebilmek ve uygulamakla mümkün oluyor. Zaman geçtikçe fark ediyorum o şehir, o şehrin insanları ve o şehirde olanlar artık bana yabancı gelmiyor. Gittiğim her ülkede kendimi evimde gibi hissedebilmeye başlıyorum. Dünya benim evim, tüm insanlar uzaktan akrabam ve hayatımın bir parçası oluyor yavaş yavaş. Yeni bir kültürle, yeni dille karşılaşmak farklı tepkilerimin gelişmesine, birçok gereksiz yerel tepkilerimin de törpülenmesine sebep oluyor.
Bir şey yaparken sadece kendi küçük çemberimin (ailemin, mesleğimin, cinsiyetimin, ülkemin) fayda ve zararını değil tüm insanlığın fayda ve zararını düşünmeye çalışıyorum. Benim, yaşadığım çevreninin, bulunduğum ülkenin insanlarının ve sorunlarının bir merkez olmadığını, benim dışımda da kocaman