AKP iktidarı, Ortadoğu’nun kaygan zemininin getirebileceği sürpriz gelişmeleri hesaba katmadan İsrail ile Suriye’yi barıştırma çabalarına girince, sonuç istediği gibi çıkmadı. Bu çerçevede, bırakın “arabuluculuğu” aralarını bulmaya çalıştığı ülkelerden biriyle diplomatik ilişkileri neredeyse kopma noktasına geldi.
Bu sonuç Türkiye’nin “stratejik müttefiki” ABD ile ilişkilerini de sarstı. AKP iktidarı aynı şekilde Batı’nın İran’a dönük politikasının “özünü” iyi hesaplayamadığı ve belki de oynayabileceği rolü abarttığı için ABD’nin ters bir çalımıyla kontrpiyede bırakıldı.
Türk tarafına bakılacak olursa, geçen mayısta “Tahran Deklarasyonu” ile sonuçlanan çabaları teşvik eden Washington, Ankara’nın beklenmedik bir şekilde ortaya bir çözüm formülü ile çıkması üzerine Türkiye’yi yarı yolda bıraktı.
Böylece, kontrpiyede kalmanın ötesinde, Ankara için İran ile süren müzakerelerde, en azından görülebilir bir süre için, fazla bir rol de kalmadı. Türkiye, İstanbul’da gerçekleşen İran müzakerelerine ev sahipliği yapmak, fakat müzakereleri büyük ölçüde tribünden izlemek durumunda kaldı.
AKP iktidarı bu kez, son yıllarda ilişkilerini geliştirdiği Lübnan üzerinde arttığı söylenen etkinliğini devreye sokmaya çalıştı. Gerçi kendisi ortaya bir öneri koymadı, sadece Suudi Arabistan ile Suriye’nin çabalarını destekledi. Böylece o ülkedeki siyasi krize çözüm arayışları açısından yapıcı bir “katalizör,” yani “hızlandırıcı” olmaya çalıştı.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu da bu çerçevede çok çabaladı. Ancak sonunda, “elimizden geleni yaptık gerisi artık size kaldı” anlamına gelen ve belli bir hoşnutsuzluğu yansıtan sözlerle bu süreçten çekildi.
Tabii kendisine göre Türkiye Lübnan’ı terk etmiş değil. Gerekirse tekrar devreye girecek.
Ancak o ülkedeki gelişmeler bu açıdan çok fazla umut vaat etmiyor. Onun için yeni ve önemli ataklardan önce Ankara’nın bu konuda da artık iki değil üç kez düşüneceğini tahmin ediyoruz.
Türkiye, kaygan bir siyasi zemin üzerinde duran Ortadoğu’daki bu başarısız girişimlerine rağmen bölgedeki profilini yine de yükseltme gayretinde. Bunu ortak seyahat ve ticaret alanlarını çağrıştıran adımlarla ve siyasi birliğe işaret eden ortak kabine toplantıları gibi gelişmelerle pekiştirmeye çalışıyor.
İçinden bir “Ortadoğu Birliği”nin çıkması mümkün olmasa da, bu çabalar yine de olumludur ve sürmelidir. Zira Ortadoğu’nun Türkiye için özellikle ekonomik potansiyeli göz ardı edilebilecek gibi değil.
Öte yandan sözünü ettiğimiz ve uzun bir geçmişi olan kaygan zemin, Türkiye’nin bölgede tek başına yapabileceği şeylerin sınırlı olduğunu da ortaya koydu. Türkiye’nin birçok açıdan bölgedeki yangınları söndürme çabalarında “baş itfaiyeci” konumunda değil, “destek personeli” sınıfında olduğu da artık daha net görülüyor.
Sonuçta, kâğıt üzerindeki hesapların pazardaki gerçeklere uymadığı bir yer varsa o da Ortadoğu’dur. Özetle, kişisel “vizyonlar” ve “temenniler” ne olursa olsun, bu bölgenin iç dinamikleri her zaman beklenmedik engellerle ortaya çıkabiliyor. Tüm bunların AKP iktidarının Ortadoğu politikalarını nasıl etkileyeceğini bilmiyoruz.
Tek görebildiğimiz şey, “tarihi nedenlerden dolayı bölgeyi en iyi tanıyanlardanız” söyleminin sanıldığı kadar geçerli olmadığı gerçeğidir. Zira, Ortadoğu’yu söylendiği kadar iyi tanıyan ve bölgedeki gücü sürekli arttığı belirtilen bir ülkenin, hayati konularda daha başarılı olması gerekirdi diye düşünüyoruz.
Fakat öyle görünüyor ki AKP iktidarının Ortadoğu’daki düzeni ellerinde tutan muhatapları, tüm sosyal baskılara rağmen, “aynı hamam aynı tas” anlayışı ile yola devam etmeye çalışıyorlar. Bu da Türkiye’nin işini zorlaştırıyor.
Özetle, Türkiye için Ortadoğu’ya dönük güzel temenniler içeren sözlerin bittiği ve bölgenin acı ve zorlu gerçeklerinin yeniden su yüzüne çıkmaya başladığı noktadayız. Bu fasit çember de, Tunus’taki gibi dramatik ve bölgedeki istikrarsızlığı arttıracak gelişmeler yaşanmadan kırılacağa benzemiyor.