Geleceklerine panik içinde bakan Ortadoğulu diktatörleri bir yana bırakırsak, Mısır’daki gelişmeleri endişeyle izleyen “dış güçlerin” başını İsrail, ABD ve Türkiye çekiyor. Bu gelişmelerden fırsat sağlamaya çalışacak olan ülke ise İran’dır.
İsrail, ABD ve Türkiye’nin ortak yanı, Ortadoğu’da halk ayaklanmalarına ve devrimi çağrıştıran sosyal çalkantılara hep endişe ile bakmış olmalarıdır. Bu yüzden de her zaman - ne kadar anti demokratik ve insan haklarına saygısız olursa olsun - bölgedeki kurulu düzeni savunmuşlardır.
İsrail ile birlikte bölgenin diğer temel istikrarsızlık unsuru olan İran ise bölgedeki bu tür karışıklıklardan her zaman medet ummuş, bunların İslami bir yöne çekilmesi için her zaman çaba sarf etmiştir. Nitekim bugün hangi Sünni rejiminin diplomatına sorarsanız sorun, ülkelerinde, son olarak Lübnan’da görüldüğü gibi, bir siyasi karmaşa çıktıysa bunun altında mutlaka İran vardır.
Öte yandan, bizde bölgede gelişen olayları “Kurtlar Vadisi” referanslı olarak algılamaya çalışanların söylediklerine bakarsak, Mısır ve Tunus’taki halk ayaklanmalarının arkasında kesin olarak ABD ve İsrail var.
Ne yazık ki bunu savunanlar, her şeyden önce, “yeter artık” diye sokaklara dökülen Mısır ve Tunus halklarına hakaret etiklerinin farkında değiller. Bu arada ABD ve İsrail’in bölgede hep halkı baskı altında tutan rejimleri savunduklarını, Ortadoğu’da yapılan askeri darbeleri de bu nedenle desteklediklerini unutmuş gibiler.
İsrail’e dönersek, Türkiye’yi “kaybetmesinden” sonra şimdi ikinci şokunu yaşıyor. Zira bölgedeki diğer “dolaylı müttefiki” Mısır’ı da kaybetmek üzere olduğunu hissediyor. Mısır’daki karmaşadan, 1979’daki İran ayaklanmasından sonra olduğu gibi, şiddetle İsrail karşıtı olan bir rejimin ortaya çıkmasından korkuyor.
ABD de İsrail’in endişelerini paylaşıyor. Sonuçta Washington milyarlarca dolar vererek Mübarek rejimini bugüne kadar ayakta tuttu. Bu sadece İsrail’in güvenliği için değil, kendi “enerji” eksenli Ortadoğu politikasının da bir ön koşuluydu. ABD de şimdi, 1979’da İran’da olduğu gibi, Mısır’ın saf değiştirmesinden korkuyor.
Türkiye’ye gelince, AKP iktidarı “mazlumdan yana” görünen popülist bir söylem geliştirdiyse de, bir çok gözlemcinin de son günlerde vurguladığı gibi, Ortadoğu’da hep istikrardan, dolayısıyla da “kurulu düzenden” yana oynadı.
Yaşanan son olaylar ise Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun bölgeye dönük “vizyonunu” alt üst edecek niteliktedir. Zira bu hesaplar Türkiye’nin bölgedeki rejimlerle iyi geçinmek ve bunlarla ilişkileri derinleştirmek üzerine kuruluydu. Halkın bu şekilde ayaklanabileceği ise hesaba hiç katılmadı.
AKP’nin elbette ki - Mübarek ve Filistin lideri Mahmut Abbas’a soğuk, buna karşın Hamas gibi radikal örgütlere sıcak bakmasında olduğu gibi - kendi İslami dünya görüşüne uygun tercihleri vardı. Ancak Ankara için gelişmeler yine de bölgedeki kurulu düzen çerçevesinde cereyan etmeliydi. Özetle “mevcut istikrar bozulmamalıydı.”
Bu durumda AKP iktidarının, halk ayaklanmalarıyla çalkalanan bir Ortadoğu’da yapabileceği fazla bir şey yok. En azından bölgedeki “yeni düzenin temsilcileri” kendilerini belli etmeye başlayıncaya kadar. Nitekim Tunus, Mısır ve Yemen’deki olaylardan sonra Ankara, cılız bazı “itidal ve teenni” çağrılarının dışında, gelişmeleri büyük ölçüde tribünden izliyor.
Öte yandan, AKP’nin hızla gelişen olaylar karşısında yapacağı fazla bir şey olmasa da, 19 Ocak tarihli ve “Türk modelinin önemi artıyor” başlıklı yazımızda da belirttiğimiz gibi, kendi demokrasi deneyimimiz, Arap aydınları için giderek önem kazanacaktır.
Sonuçta bölge aydını da, demokrasi olmadan toplumsal adaleti, huzuru ve refahı sağlayacak olan gerçek istikrarın hiç bir zaman sağlanamayacağını artık göremeye başladı.
Buna erişmek tabii ki zor olacak. Bunu kendi deneyimimizden biliyoruz. Ancak başka bir yol da yok. Zira Ortadoğu halklarının kendilerini sömürüp soyan diktatörlere artık tahammüllerinin kalmadığını yaşanan olaylarla görüyoruz.