Dünkü dünya gazetelerine baktığınız zaman, pek çoğunun Türkiye’deki genel seçimlerle ilgili haberleri Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yenilgisi olarak sunduklarını görürsünüz.
Bunun nedeni, Erdoğan’ın aslında Büyük Millet Meclisi’nin 550 sandalyesi için yapılan bu seçimlerle ilgili kampanyaya, başkanlık sistemine geçiş projesi için aktif olarak katılmış olmasıdır.
Cumhurbaşkanı günlerce ülkenin çeşitli yerlerinde düzenlenen mitinglerde seçmenlerden bu projenin hayata geçirilmesi için, Meclis’te gereken çoğunluğun oluşturulmasını ve dolayısıyla iktidar partisine oy verilmesini istemiştir.
Erdoğan’ın yaptığı konuşmalar, sonuçta bu seçimlere adeta başkanlık sistemi için yapılan bir referandum havasını vermiştir.
Erdoğan’ın bu kadar öne çıkması neticesinde, sandıklardan çıkan sonuç onun için bir yenilgi olarak görülmüş ve onun “başkanlık rüyası”na karşı indirilen bir darbe olarak nitelendirilmiştir.
Nitekim yabancı analistler, Meclis’in yeni kompozisyonuyla, başkanlık projesinin artık “rafa kalktığını” ve Erdoğan’ın da bu gerçeği kabullenmesi gerektiğini belirtiyorlar...
Doğru mesaj ne?
Dış dünyanın seçim sonuçlarına bakışındaki ikinci önemli unsur, HDP’nin yüzde 10 barajı aşıp Meclis’e
Seçimler dolayısıyla dünyanın gözü Türkiye’ye çevrildi. Türk halkı gibi birçok yabancı ülke de yarın akşam sandıktan çıkacak sonucu merakla bekliyor. Bu seçimler aynı zamanda uluslararası camianın Türkiye’ye verdiği önemi de gösteriyor. Bunun nedeni de Türkiye’nin jeostratejik konumunun değerinin artması ve bölgesel bir güç olarak ortaya çıkmasıdır.
Pek çok ülke için Türkiye, dostluğu istenen, hatta desteği de aranan bir ülkedir.
Bazı Batı ülkelerinde kamuoyu Türkiye hakkında önyargılı da olsa, bu devletlerin temel stratejisi Ankara ile dostluk ve işbirliğini sürdürmek olmuştur. Arada anlaşmazlıklar çıksa da sadece Batı değil, diğer birçok ülke Türkiye’yi kendi dostları veya ortakları arasında görmek arzusundadır.
Bu bakımdan Türkiye ile halen ilişkileri iyi olanlar kadar, soğuk veya sorunlu olan ülkeler de yarınki seçimlerden nasıl bir meclis ve nasıl bir hükümet çıkacağını çok merak ediyor. Birçok yabancı analist, bunun Türkiye’nin dış ilişkilerini de etkileyebilecek bir dönüm noktası oluşturacağını belirtiyor...
Kim dost, kim değil?
Bu arada Türk kamuoyu dünyaya nasıl bakıyor?
Genelde Türkiye’deki seçimlerde dış politika konuları pek tartışılmaz ve sonuç üzerinde belirleyici bir rol oynamaz.
Seçim kampanyasının başında partiler yayımladıkları bildirgelerinde dış politikaya kısa bir yer ayırırlar. Parti liderleri de düzenledikleri mitinglerde daha çok iç meseleler üzerinde odaklanırlar ve ancak çok sıcak dış olaylar varsa, onlara kısaca değinirler...
Bundan öncekiler gibi, bu seçim kampanyasında da aynı durum görüldü. Bu kez, başkanlık sisteminden ekonomiye, icraattan yolsuzluğa, paralel’den demokrasiye kadar birçok sorunun, oldukça öfkeli ve gergin bir havanın hâkim olduğu bir seçim kampanyası yaşandı.
Bu arada tek tük değinilen dış politika meseleleri ise, Suriye’ye yönelik silah sevkiyatı veya Mısır’da devrik devlet başkanı Mursi’nin idama mahkum olması gibi konulardı. Bu dış sorunlar da aynı sert üslupla yapıldı. Daha serinkanlılıkla kaleme alınan seçim bildirgelerindeki dış politika bölümleri, partilerin bu alandaki vizyonlarını ve hedeflerini daha açık şekilde ortaya koyuyor. Bunda da bir genelleme, dolayısıyla, önemli eksikler var.
Hassas sorunlar
Batı demokrasilerinde seçim kampanyasında bizde olduğu gibi parti liderlerinin her gün
Lefkoşa’daki sohbeti- mizde KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı çözüm olasılıklarından söz ederken, bunun gerçekleşmesi için Rum tarafının da uzlaşıcı davranması gerektiğini belirtti ve “Tango dans etmek için iki kişi lazım” sözünü anımsattı.
Akıncı bunu söyledikten sonra gülümseyerek şu cümleyi ekledi: “Aslında Kıbrıs meselesinde dans tango değil, halay veya sirtaki olmalı. Çünkü burada ikiden fazla aktör var”...
Doğrudur: Kıbrıs meselesinde bölünen adadaki iki halk karşı karşıya bulunuyor; ama, sorunla doğrudan veya dolaylı olarak ilgili olar başkaları da var: Türkiye, Yunanistan ve İngiltere (üç garantör devlet), ABD, AB ve Birleşmiş Milletler...
Çözüme yönelik atılan her adımda, bütün bu aktörlerin perde arkasında rolleri var.
Bu nedenle Mustafa Akıncı’nın tango örneğini verip bu işin sadece iki tarafın gayretiyle halledilemediğini, diğer oyuncuların da pozitif bir rol almaları gerektiğini söyledi...
Yeşil ışık mı, fren mi?
Kıbrıs’ta yıllardan beri, her yeni müzakere süreci başladığında, çözüm konusunda umutlar ifade edilir, her defasında “Bu kez anlaşma olasılığı yüksek” tahmini yapılır.
Uzunca bir aradan sonra geçen ayın ortalarında başlayan yeni çözüm için de aynı şeyler söyleniyor. KKTC ziyaretimizde gerek siyasi düzeyde, gerekse halk arasında gerçekten çözüm konusunda kayda değer bir umut ve heyecan gözledik. Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı başta olmak üzere pek çok kişiden “Bu kez şartlar farklı, anlaşma şansı daha yüksek” sözünü duyduk.
Peki, bu kez farklı olan ne?
Bunu Lefkoşa’daki Başkanlık Sarayı’nda -Kıbrıs temsilcimiz Sefa Karahasan ile birlikte- yaptığımız sohbette irdelemeye çalıştık.
Bu kez müzakere sürecine daha çok umut bağlanmasının çeşitli nedenleri var.
Mustafa Akıncı’nın Cumhurbaşkanı seçilmiş olması bu nedenlerin başında geliyor. Akıncı’nın eskiden beri adanın birleşmesini isteyen, uzlaşma yanlısı, vizyon sahibi bir politikacı olarak tanınması adada ve uluslararası çevrelerde yeni beklentiler yaratmış bulunuyor.
Yumuşayan hava
Akıncı, kendisi gibi aynı kentte (Limasol) dünyaya gelen ve aynı yaş grubuna mensup olan Rum lideri Nikos Anastasiadis ile daha rahat anlaşabileceğine inanıyor. Aynı
IŞİD bu hafta Irak’ta Ramadi’yi, Suriye’de de Palmira’yı ve son sınır karakolu El Tanef’i ele geçirmek suretiyle, iki cephede birden ilerleyişini hızlandıracak güçte olduğunu gösterdi.
Geçen gün Ramadi’nin düşmesinden sonra, bunun IŞİD için ne kadar önemli bir başarı ise, Irak hükümeti için de o kadar ciddi bir yenilgi olduğunu yazmıştık. Şimdi aynı şeyi Esad rejimi için de söyleyebiliriz.
Gerçekten bu, Suriye ordusunun uğradığı en büyük kayıplardan biri. Suriye askerlerinin antik kent Palmira’yı savunamaması ve aynı zamanda stratejik bir önem taşıyan bu bölgeyi IŞİD savaşçılarına terk etmesi, artık ciddi bir güç ve moral bozukluğu içinde bulunduklarını ortaya koyuyor.
Halen Suriye topraklarının yaklaşık yarısı (95 bin kilometrekare) IŞİD’in kontrolü altında. Ve Şam’da hiçbir yetkili, örneğin Palmira dahil, bu toprakların bir karşı saldırıyla geri alınması olasılığından söz etmiyor...
Esad mı, IŞİD mi?
Suriye cephesindeki son gelişme, Esad için en büyük tehlikenin çeşitli muhalif gruplarından ziyade, IŞİD’den geldiği gerçeğini hatırlatıyor. Zaten Esad dahil, Şam’da resmi ağızlar öteden beri bu tehlikeye işaret ediyorlardı. Ankara’da bazılarının bir ara Esad ile IŞİD
Akdeniz’in peşinden Güneydoğu Asya’da yaşanan göçmen dramı, sorunun küresel boyutlara ulaştığını gösteriyor.
Sorun artık sadece karada değil, denizde de.
Ortadoğu ve Afrika’dan kaçanlar, derme çatma teknelerle İtalya ve Avrupa yönünde, Akdeniz’e açılıyorlar. Bu tehlikeli yolculuk bazen teknelerin batması yüzünden ölümle sona eriyor. Teknelerin sahile ulaşması halinde ise, göçmenler mülteci kamplarına yerleşiyor. İleride bir gün bir Avrupa ülkesinin kendilerine sığınma hakkını vereceği umuduyla...
Güneydoğu Asya’daki göçmen krizi bir o kadar -veya daha da- dramatik. Çoğu Myanmar’dan (Birmanya) kaçan Müslüman Rohingyalar denize açılıyorlar. Şimdiye kadar bu göçmenler (Bangladeşliler gibi) açık denizlerde dolandılar. Bir kısmı dayanamayıp öldü, diğerleri aç, susuz hayata tutunmaya çalıştı. Neyse ki geçen gün Malezya ve Endonezya bu göçmenlere kapılarını açmayı ve onları geçici kamplara yerleştirmeyi kabul etti...
Kurtarma ve barındırma
Dünyanın iki ayrı bölgesinde eş zamanlı olarak gerçekleşen bu “denizden göç akını”, sığınmak istedikleri ülkeleri ciddi bir ikilem karşısında bırakıyor.
Göçmenleri o köhne teknelerde denizin ortasında kendi kaderlerine terk etmek
IŞİD’in Ramadi kentini ele geçirmesi, bu terör örgütünün askeri alandaki yeteneğini ne kadar ortaya koydu ise, Irak’ın da beceriksizliğini o kadar gözlerin önüne serdi.
Koca bir devletin ordusu, bir terörist grubuna nasıl öylesine yenik düşer?
Bunun iki önemli nedeni var:
1) IŞİD artık sıradan bir terörist çetesi değil. Düzenli ve disiplinli bir askeri güçten farkı yok. Kendi saflarında Saddam’ın ordusuna mensup eski subaylar ve stratejistler var. Tanktan füzeye kadar modern silahlara sahip. Üstelik benimsedikleri davaya sımsıkı bağlı. O kadar ki şehit olmak arzusuyla intihar saldırılarında bulunuyorlar.
2) Irak’ta yönetim de, ordu da zayıf. Başbakan Haydar el Abadi’nin hükümeti, selefi Maliki yönetiminden adeta bir enkaz devraldı. Ülke Şii-Sünni çatışmasına sürüklenmiş durumda. Ordu savaşmak istemiyor. Nitekim askerler Ramadi’de -daha önce Musul’da olduğu gibi- sonuna kadar direneceğine kaçmayı tercih ettiler.
Kim kurtaracak?
Sünni çoğunluklu Anbar eyaletinin stratejik merkezi Ramadi’yi IŞİD’e kaptırmak, Irak yönetimi ve onu destekleyen ABD için ağır bir kayıptır. Şimdi IŞİD tehdidi Ramadi’den 110 km mesafedeki başkent Bağdat’ta daha çok hissediliyor.