Her yıl eylül ayı İstanbul’da sanatın en hareketli olduğu dönemdir. Bunun temelinde İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen bienaller yer alır. İstanbul Bienali ve İstanbul Tasarım Bienali, İstanbul’un dünya sanat haritasında görünürlüğünü arttırıyor.
Bu yıl maalesef salgından dolayı İstanbul Bienali düzenlenemedi. Ama yaşanan bu olumsuzluk sanat dünyasının eylül hareketliliğini pek azaltmadı. Galeriler, müzeler peş peşe yeni sergiler açıyor. Hatta bazı günler birkaç sergi açılışı, basın öngösterimi oluyor. Öncelik durumuna göre birini sonraya bırakmak durumunda kalıyorum.
Bugün son günü olan Artweeks@Akaretler bu yıl beşinci kez düzenleniyor. Bilgili Holding ve Sabiha Kurtulmuş tarafından organize edilen etkinlik Akaretler’deki Sıraevlerde sanatseverleri ağırladı. Ben ziyaret ettiğimde haftaiçi ve gündüz olmasına rağmen ilginin son derece yüksek olduğunu gördüm.
Tarihi doku içinde
Galerilerin ağırlıklı olduğu bu yılki edisyonda şu kurumlar yer alıyor: Zilberman
Anna Laudel Gallery, Karaköy Bankalar Caddesi’nden Kazancı Yokuşu’na taşındı. Genç galeriler arasında özellikle takip ettiğim bir galeri olan Ana Laudel’de şimdiye kadar yapılan neredeyse bütün sergileri gördüm. Bu galeriyi benim için özel kılan geleneksel formları, sanatları günümüz sanatıyla birleştiren sanatçılara, eserlere yer açması, alan yaratmasıdır. Belkıs Balpınar, Onur Hastürk, Ramazan Can ilk aklıma gelenler.
1988 doğumlu Ramazan Can’ın son yedi yılda yaptığı üretimlerin bir araya geldiği “Ne Yerdeyim, Ne Gökte” başlıklı retrospektif sayılabilecek sergisi Anna Laudel’in yeni mekânındaa açılan ilk sergi. 18 Kasım’a kadar açık olacak sergide Ramazan Can’ın farklı dönemlerde yaptığı seriler yer alıyor. Böylelikle sanatçının şimdiye kadarki serüvenine toplu bir bakış imkânı sunuluyor. Sergiye eşlik eden kitap ise sanatçıyı anlamaya yönelik ilk elden bilgilerin toplamı olması açısından son derece önemli. Kitapta Marcus Graf’ın sanatçıyı
Bu sene sanat dünyası açılacak yeni mekânlarla birlikte belki de hiç olmadığı kadar güçlü, dinamik ve heyecanlı olacak. Yapımı neredeyse tamamlanan Taksim’in merkezinde yer alan yeni Atatürk Kültür Merkezi bu yeni mekânlardan birisi. 29 Ekim’de Cumhuriyetimizin kuruluş yıldönümünde açılması planlanan AKM, şüphesiz son yıllarda yapılan en önemli kültür-sanat mekânlarından olacak.
Ülkemizi dünya çapında reklamını yapacak, sanatseverlerin uğrak mekânlarından olacak İstanbul Modern’in yeni binası da merakla bekleniyor. Nasıl beklenmesin? Tüm dünyanın en önemli mimarlarından biri olan Renzo Piano imzasını taşıyan her bina tüm dünyada dikkat çekici olur.
İstanbul Modern bir yandan Beyoğlu’ndaki geçici mekânından taşınmaya hazırlanırken yeni sezonu “Etkileşimler” başlıklı sergiyle karşıladı.
14 sanatçının 15 eserinin yer aldığı sergi sıradan bir koleksiyon sergisi değil. Bazı eserler ilk kez sergileniyor. Bazıları ise uzun zamandan beri sanatseverlerle
Bu yıl 27. kez düzenlenen Saraybosna Film Festivali’ne katılmak için Bosna-Hersek’in başkenti Saraybosna’daydım. Festivalin açılış filmlerinden “Letters from the Ends of the World”, Kovid-19 salgını dolayısıyla evde çekilmiş 14 kısa filmden oluşuyor. Bela Tarr’ın film.factory’si mezunlarının yaptığı filmlerin ana teması 2020 yılında başlayan salgın. Festivalin bir diğer açılış filmi ise Oscar ödüllü Boşnak yönetmen Danis Tanoviç’in “Komşuluk Halleri”ydi. Film, salgını arka plana alarak iki çevabi ustasının dostluğu ve rekabetini, çocuklarıyla yaşadıkları kuşak çatışmasını yerel öğeler barındırarak ama uluslararası seyircinin de rahatlıkla anlayabileceğini düşündüğüm komik ve eğlenceli bir dille aktarıyor. TRT ortak yapımı filmin ülkemizde de ilgi göreceğini düşünüyorum.
Wim Wenders ve Michel Franco’ya onur ödülü verilen festivalde En İyi Uzun Metraj Film ödülünü Avusturyalı yönetmen Sebastian Meise’nin “Great Freedom” kazanırken
Bu hafta açıldığı Nisan ayından itibaren gündemimde olan ama gitmek için bir türlü fırsat bulamadığım bir müzeden bahsedeceğim: Beykoz Cam ve Billur Müzesi.
Yaklaşık 400 dönümlük bir orman içine kurulan müze İstanbul’un yeşille en iç içe müzesi olabilir. Tarihi, Sultan Abdülaziz döneminde inşa edilen Beykoz Cam ve Billurât-ı Fabrika-i Hümâyûnu’na dayanan müze binası, vezirliğe kadar yükselmiş olan Abraham Paşa tarafından yaptırılmış. Cumhurbaşkanlığı Millî Saraylar tarafından restore edilerek müzeye dönüştürülen yapıda 1500’den fazla eser yer alıyor.
Türklerin camla ilk tanışıklığı 11. yüzyılda başlıyor. 1071’den sonra Anadolu’ya gelen Selçuklular burada cam işçiliğini ve teknliklerini öğreniyorlar. Daha sonrasında ise Türklere has eğri kesim tekniğini geliştiriyorlar.
Çocuklu aileler düşünülmüş
Konya’da Selçuklu sultanı 1. Alaeddin Keykubad’ın yaptırdığı Kubadabad Sarayı’nın kazılarında ortaya çok sayıda
Anadolu şehirlerinin meşhur ürünlerini öne çıkartan heykeller sosyal medyanın sürekli gündeminde olan bir konu. Hürriyet’ten İhsan Yılmaz’ın aktardığına göre ünlü sanatçımız Komet’in yaptığı açıklamayla bu konuya sanat dünyasından ilk kez ciddi bir yorum geldi. Önce bu yoruma bakalım:
“Karpuz heykeli olsun, baston heykeli olsun ve bu ekmek çay heykeli hakiki bir ‘Türk pop art’ı’dır. Ben hayranım. Müthiş yaratıcı ve popüler işler; bunlardan yola çıkmalıdır Türkiye çağdaş ve güncel sanatı. Tam bu coğrafyanın, bu toplumun kendini ifade etmesinin sembolleridir. Genç sanatçıların bunları incelemesi gerekiyor. Elit sanatlara gelince o zaten kendi yolunu açıyor diyebilirim. Ama bunlar harika sürreel işler. Çok da yaratıcı. Zaten heykel sözcüğünü kullanmak şart değil. Herkes istediği cins çalışmayı yapsın yani.”
Köprüdeki ‘kitsch’ heykel
Ben Komet’in ortaya attığı gibi bu eserlerin Türk pop art’ı olabileceği iddiasına
Ülke gündemini zaman zaman meşgul eden bir konu mülteciler. Ülkelerinde yaşadıkları sıkıntılardan dolayı Türkiye’ye gelen ve artık ülkemizi seçen bu insanlar özellikle muhalefetin hedefindeler. Muhalefet partileri genel başkanları sıklıkla iktidara gelirlerse Suriyelileri ülkelerine geri göndermekten bahsediyorlar. Türkiye’ye yerleşen bu insanların artık geri dönme ihtimalleri yok. Evleri, yurtları, vatanları paramparça olmuş bu insanlar artık bu toprakların insanı, bundan geri dönüş yok. Bu insanlar arasındaki sanatçıların bir kısmı ise burada varolma mücadelesi veriyorlar. Zaten kendi içinde kliklerle dolu olan Türkiye sanat dünyası, göçmen sanatçılara kapılarını kapatıyorlar. Özgürlüğe, diyaloğa, iletişime en açık olması gereken sanat dünyasının bu halini görünce gerçekten çok üzülüyorum. Önümüzdeki imkânın farkında olmadığımız için de üzülüyorum. Bundan 100 yıl önce 1919-1921 yılları arasında Ukrayna doğumlu ressam Alexis
Sevgili dostum, birlikte onlarca söyleşi ve seminer düzenlediğimiz, sanat tarihçisi İsmail Erdoğan salgının getirdiği olumsuzlukları önemsemeden bir sanat galerisi açtı. Ruberu Sanat Galerisi’nin ilk sergisi ise “Yüz yüze” başlığını taşıyor. Karma bir sergi olan “Yüz yüze” adeta galerinin gelecekte nasıl bir çizgide olacağına dair ipuçları barındırıyor. Öncelikle galerinin adından başlamak gerekiyor. Ruberu, yüz yüze manasına gelen bir kelime. Yaklaşık iki yıldır hemen her şeyi çevrimiçi yaptığımız, sanal dünyaya hapsolduğumuz bir dönemden artık yüz yüze görüşebildiğimiz gerçek manada sosyalleşebildiğimiz bir döneme eriştik. Şüphesiz yaşadığımız kapanmaların; akrabalarımızdan, dostlarımızdan, arkadaşlarımızdan kopuşlarımızın ilerleyen dönemlerde etkilerini daha net bir şekilde kavrayabileceğiz. Her şeyi ekrana sığdırma çabasının ne kadar beyhude olduğunu ise daha ilk günden zaten büyük ölçüde farkındaydık.
İsmail Erdoğan galerinin kuruluş gayesini şu sözlerle ifade