Son zamanlarda sıklıkla ‘90’lar ve o yıllarda yaşananlar çoğunlukla “olumlanarak” çeşitli vesilelerle karşımıza çıkıyor. Son derece normal bir durum. Geçmişteki 10 yıllık dönemlere karşı hissedilen nostaljinin, olumlamanın oluşması için üzerinden biraz zaman geçmesi gerekiyor. Örneğin ‘60’ların özellikle 68 Hareketi’nin retrosunun ortaya çıkışı ‘80’lerde olmuştur. Yaşanırken neredeyse kimsenin beğenmediği, kasvetli bulduğu ‘70’ler ise ‘90’larda popülerdi. ‘90’lar da son dönemde sıklıkla karşımıza çıkan bir nostaljik unsur.
Benim şahsi tarihimde ve gözlemlerimde ‘90’lar daha çok 28 Şubat’tır, 12 Eylül darbecilerinin tanımlamasıyla “Türkiye’nin diplomatik ilişkisinin olduğu bir ülkenin birinci dili olmayan” dillere yani Kürtçe’ye uygulanan yasaklar ve neredeyse bütün sosyo-kültürel yaşantımızı dönülmez bir şekilde değiştiren özel televizyonlardır.
Son derece yoğun politik tartışmaların olduğu bu döneme dair yapılan bütün çalışmaların politik ve siyasi olması son derece normal. Herkes kendi bulunduğu mevziden, zaviyeden olaylara, geçmişe bakıp değerlendireler yapıyor. Tuzu kuru olanlar “Kimin Kürt, kimin Türk, kimin Sünni, kimin Alevi olduğunu bilmezdik” diyerek olayları ve yaşananları hem görmezden gelip hem de olumlamayı tercih ediyor.
Salt’ta geçtiğimiz günlerde açılan “Sahede ‘90’lar” başlıklı sergiye giderken aklımda bu düşünceler ve fikriyat vardı. Serginin açılmasından birkaç gün önce Telemak Kitap’tan çıkan Doğan Gürpınar’ın “Küstah ve Cüretkâr Türkiye’nin Doksanlı Yılları” alt başlığını taşıyan kitabına sadece göz atmıştım. Bu satırları yazarken son derece sürekleyici olan bu kitabı okudum. Ve sonrasında sergiyi bir kez daha gezme ihtiyacı hissettim.
Sergi yaşanan bu politik ve siyasi çatışmaları merkeze almadan performans ve sahne kavramları temelinde ‘90’ları inceliyor. Bu sebepten politik ve siyasi temelli ve/veya buradan hareket eden bir seçki sunmuyor bize.
Sergiler tarihi
Tabii ki Amira Akbıyıkoğlu tarafından programlanan sergide ‘90’larda yaşanan toplumsal, ekonomik, siyasi olayların bazılarının sahne ve performans sanatlarına yansımasını görebiliyoruz. Ama bu serginin toplumsal tarih sergisi olmadığını, sergiyi gezerken akılda tutmak gerekiyor. Bu yüzden bazı olaylara dair izlerin olmamasına şaşırmamak gerekiyor.
Bazılarından hiç haberimin olmadığı, bazılarını bir şehir efsanesi sandığım, bazılarını ise merak ettiğim birçok eserle Salt’ta karşılaşmak son derece etkileyiciydi.
Sergide Taner Ceylan, Halil Altındere, Özlem Günyol&Mustafa Kunt, Genco Gülan, Mehmet Sander, Mete Özgencil, Umur Turagay’ın eserleri en fazla dikkatimi çekenlerdi. Arşivsel belge ve çalışmalara dayanan Seretonin Sergileri bölümü ise şok ediciydi. 1989’da gerçekleşen 1. Seretonin Sergisi’nde Mehmet Güleryüz’ün bir deve üstünde Feshane’ye girişi, Gürel Yontan’ı toprağa gömmesi, bu ve benzeri performansların basında geniş yer bulması; İstanbul Bienali’yle eşzamanlı gerçekleşen sergiler Türkiye’nin sergiler tarihinde müstesna bir yere sahip olur.
Performans sanatı örneklerinin popüler kültürle bağlantısı ve “sahne”nin aslında sanıldığından çok daha geniş olduğunu yer verdiği örneklerle vurgulayan sergi ‘90’ların bugüne olan etkilerini de gösteriyor.
Salt’ın hem Beyoğlu hem de Galata mekânlarına yayılan 12 Şubat’a kadar devam edecek olan sergiyi tüm sanatseverlere ve ‘90’ları farklı bir bakışla hatırlamak isteyenlere tavsiye ederim.
‘90’ları bir “konsept” olarak ele alan ve bu konseptin aktörlerini merkeze yerleştiren Doğan Gürpınar’ın mikro Türkiye tarihi olarak adlandırabileceğim kitabını da konuyla alakalı derinlemesine bilgi almak isteyenlere tavsiye ederim.