Türkiye’de bir kültürel iktidar var ama kültür yok. Türkiye’nin dışında tanınan kaç sanatçımız var? Bu soruya hakkaniyetli bir cevap verebilirsek durumun daha net ortaya çıkacağını düşünüyorum.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz günlerde “Eğitim ve öğretimde, kültürde arzu ettiğimiz ilerlemeyi sağlayamadığımızı düşünüyorum” deyince ara ara gündeme gelen ve uzun yıllar daha konuşacağımızı düşündüğüm kültürel iktidar mevzusu gene tartışılmaya başlandı. Almanya’nın sesi Deutsche Welle’nin konuyla alakalı hazırladığı haberde görüşlerine yer verilen Yusuf Genç’in açıklamalarında dikkat çekici hususlar mevcut: “Zannediliyor ki Erdoğan ‘kültürel iktidar’ vurgusunda kendi iktidarını kastediyor. Hayır, bu vurgu Türkiye’de, Türk aklının ve düşüncesinin iktidar olması gerekliliğine bir vurguydu” diyor. Genç’e göre, Türkiye’de kültürel iktidar kimsenin elinde değil,
Politik doğruculuk yıllardır tartışılan bir konu. Bugün ortaya çıkmadı. Bazı konularda politik doğruculuk toplum için faydalı olabilir.
Birkaç gün önce bir İngiliz gazetesinde okuduğum haber beni hayli şaşırttı. Cornell Üniversitesi İngilizce Bölümü (English Department), yaptığı oylamayla bölümün adını artık İngilizce Edebiyat Bölümü (The Department of Literatures in English) olarak değiştirme kararı aldıkları yazıyordu.
Politik doğruculuk yıllardır tartışılan bir konu. Bugün ortaya çıkmadı. Hatta ünlü düşünür Slavoj Zizek politik doğruculuğa karşı olan en önemli figür. Bu konuyla alakalı verdiği demeçler, söyleşiler, dersler video sitelerinde fazlasıyla mevcut.
Bizde ise durum biraz daha farklı “entelektüel” bazı kesimler politik doğruculuğu çok önemsiyorlar. Bunu yaparken de alışageldiğimiz, bildiğimiz hususları değiştirmemizi bekliyorlar. Politik yelpazenin diğer kısmında olan entelektüeller ise herhangi bir karşı argüman ortaya koymadan durumu olduğu gibi kabullenme, dile yapılan bu
8 Ekim’de hayatını kaybeden İran’ın efsanevi müzisyenlerinden Muhammed Rıza Şeceryan’ın ülkemizde yeterince tanınmadığını düşünüyorum.
Bir ülkeyi, bir toplumu anlamanın en önemli yolu kültür ve sanatını bilmekten geçer. Kültür ve sanattan kastım en geniş manada kültür ve sanat. Türkiye’de yaşayan bizler, hemen yanı başımızda yer alan ülkelere dair bilgi edinmek istediğimizde; mesela Irak, Suriye, İran veya Rusya, maalesef Batılı kaynaklara bakmak durumunda kalıyoruz. Birincil kaynaklara erişip bu alanlarda araştırma yapanlar yok denecek kadar az. Bütün bunları niçin anlatıyorum? Geçtiğimiz günlerde vefat eden İran’ın efsanevi müzisyenlerinden Muhammed Rıza Şeceryan’ın (Mohammad Reza Shajarian) maalesef yeterince tanınmadığını düşünüyorum.
1940 yılında dünyaya gelen Şeceryan, ilk müzik eğitimini çocuk yaşlarında babasından aldı. Daha henüz 19 yaşındayken Horasan Devlet Radyosu’nda şarkılar söylemeye başladı. Ve kendine has tarzıyla kısa zamanda büyük beğeni topladı,
Sanat dünyası son derece hareketli ama “yeni normal” hayata alışamamış benim gibiler için sıkıntı devam ediyor.
İstanbul’un sanat dünyası, her yıl eylül ayında son derece hareketlenir; her gün her akşam bir açılış, bir gala, bir davet olur da hangisine gideceğime karar veremezdim. Bu yılsa salgın yüzünden bu yoğunluk yok. “Yeni normal” hayata alışamamış benim gibiler için sıkıntı devam ediyor. O yüzden bu açılışlara sergilere, her ne kadar gitmek istesem de gidemediğim için, bir yandan korunan birisinin rahatlığını, diğer yandan hayatı sekteye uğramış bir insansın rahatsızlığını aynı anda hissediyorum.
Kurumların tamamının salgına karşı gerekli önlemleri aldığına, temizliğe, mesafeye azami özeni gösterdiğine şüphem yok. Ama içinde bulunduğum -ya da içine sokulduğumuz mu demeliyim- psikoloji tüm bu gerçekleri gölgeliyor. Mesafe, temizlik ve maskeye riayet ettiğim müddetçe hastalanma ihtimalimin son derece düşük olduğunun da farkındayım.
Gidemediğim ama kendimi toparladığım anda gitmeyi
“Hatırlayıp Yeniden Bulmak, Tarık Buğra 100 Yaşında” başlıklı 2018 yılında düzenlenen sempozyumda ele alınan konuların yer aldığı “Tarık Buğra Kitabı” ile değerli romancımızın kapsayıcı bir portresiyle buluşmamız sağlanıyor.
Büyük romancımız Tarık Buğra, doğumunun 100. yılı dolayısıyla 2018 yılında çeşitli etkinliklerle anıldı. Bence bu etkinlikler daha fazla ve daha etkili olabilirdi. Çünkü Tarık Buğra, bu topraklarda yaşamış en müstesna romancılardandı. 1918-1994 yılları arasında yaşayan Buğra, sadece romancı olarak değil birçok farklı alanda kalem oynatmış önemli bir yazardı. Hayatı boyunca ne “sağcı” ne de “solcu” oldu. Edebiyat hayatında, kendi inanç sistemi içinde, kendi doğrularıyla hareket etti. Edebiyat dünyasındaki klikleşmelerden uzak durdu. Bugün eserlerinin bir kısmının “solcu” İletişim Yayınları’ndan, bir kısmının ise “sağcı” Ötüken Yayınları’ndan çıkması bunun bir göstergesi. Kimse onu bir bütün olarak almak/anlamak istemiyor sanki! Bunda resmî ideolojinin
48. İstanbul Müzik Festivali ve 11. İstanbul Opera Festivali başta olmak üzere, sanatla buluşmalar bizleri bekliyor.
Ünlü besteci Ludwig van Beethoven’ın 250. doğum yılı tüm dünyada çeşitli etkinliklerle kutlanıyor. Türkiye’nin en önemli müzik etkinliği olan ve İKSV tarafından bu yıl 48’incisi düzenlenen İstanbul Müzik Festivali de bu duruma kayıtsız kalmadı ve bu yılki temasını “Beethoven’ın Aydınlık Dünyası” olarak belirledi.
Pandemi dolayısıyla dijital olarak gerçekleşecek festivalde Beethoven’ın önemli eserlerine, yeni eser siparişlerine ve Beethoven’dan esinlenen yeni projelere de yer verilecek. Bu vesileyle Beethoven’ı yakından tanımak isteyenlere İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan Lewis Lockwood’un biyografisini okumalarını ve Ed Harris’in Beethoven’ı canlandırdığı Agnieszka Holland’ın yönetmen koltuğunda oturduğu 2006 yapımı “Beethoven’ı Anlamak” (Copying Beethoven) filmini izlemelerini tavsiye ederim.
Festivalde Philharmonx’un müthiş konserini ve
Her ödül gibi Oscar ödüllerinin de politik olduğunu düşünüyorum. Oscar ödüllerinde öngörülen değişikliğin temelinde #Oscarsowhite (Oscar Çok Beyaz) hareketi yer alıyorOscar ödüllerinde önemli bir değişikliğe gidildi. 2025 yılından itibaren bir filmin en iyi aday film kategorisinde yer alabilmesi için, yeni açıklanan dört koşuldan en az ikisini karşılaması gerekecek. Bunlar şöyle öngörüldü:
Başrol oyuncularından veya önemli yardımcı oyunculardan en az biri, yeterince temsil edilmeyen bir ırksal veya etnik gruptan gelmeli. Ya da film bu toplulukların yaşadığı sorunlara işaret etmeli.
Sahne arkasındaki yönetmenler ya da teknik ekip üyeleri, dezavantajlı gruplardan gelmeli. Bu grupta kadınlar, farklı ırklar, LGBTİ+ bireyler ve engelliler yer almalı.
Ücretli çıraklık, staj ve eğitime yer verilmeli.
Zamanla geleneksel sanatlar günümüzde daha çok ilgi görmeye başladı, ancak hâlâ klasik anlamdaki taklitleri yapılmaya devam ediyorGeçen hafta bu köşedeki yazımı Pakistan ve Türkiye’de minyatürün çağdaş sanatın bir parçası olarak görünürlüğü arasındaki farkı anlatacağımı yazarak bitirmiştim. Pakistan ve Türkiye, yaşadıkları süreçlere, geçmişlerine bakarsak aslında birbirleriyle çok fazla benzerlikleri olan iki ülke. Politik olarak da iki ülke çoğu zaman birbirine destek oluyor. Sosyolojik olarak da iki ülke arasında büyük benzerlikler mevcut. Lakin iki ülke arasında kültür ve sanat alanında maalesef yeterli iş birliği yapılmadığını düşünüyorum.
Pakistan’ın başkenti Lahor’daki National College of Arts’ta (NCA) görevli Zahoor ul Akhlaq (1941-1999) ve Gulam Mohammed Sheikh (d. 1937) adlı iki öğretmenin çabaları ve yaklaşımları, minyatür sanatına ilişkin belirleyici olur. Onların yaptığı çalışmalar sayesinde yetişen sanatçılar,