Ayasofya tekrar camiye dönüşürse belirli dönemlerde ikonaların gösterilebileceği bir düzenek kurulmalı, asla kalıcı olarak üzeri örtülmemelidir.
31 Mart 2018’de başlayan Yeditepe Bienali, birçok açıdan ilkleri barındırıyordu. Geleneksel sanatlara çağdaş yorumların mümkün olduğunu göstermesi bakımından önemliydi. Bu bienalin açılışı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın katılımıyla Ayasofya’da yapılmış, orada okunan Kur’an-ı Kerim büyük yankı uyandırmıştı.
Muhafazakâr kesimin yıllardır içinde ukde olarak kalan Ayasofya meselesi, o tarihlerde bugünkü kadar yoğun bir şekilde olmasa da gündeme gelmişti. Ayasofya, bu yıl İstanbul’un fethinin yıldönümünde okunan Fetih Suresi ve şu an müze olarak hizmet veren yapının tekrar camiye dönüşeceğine dair yapılan yorumlarla gündemde.
Bence de Ayasofya asli fonksiyonu olan ibadethaneye dönüşmelidir. Ama bu dönüşüm esnasında Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethettikten sonra burayı kiliseden camiye
“Anadolu Selçuklu Sanatının Geometrik Dili” isimli eser, İslam sanatında geometrik desenlerin sadece süsleme boyutunun değil, felsefi yönünün de ele alınması gerektiğine işaret ediyor.
İslam sanatı ve/veya İslami sanat denildiğinde akla ilk başta hat, ebru, tezhip gibi kitap sanatları geliyor. Ama İslam medeniyetinin kitap dışındaki önemli sanat unsuru olan mimarideki yaklaşımlar, maalesef biraz göz ardı ediliyor. Son yıllarda özellikle bazı kamu binalarında kullanılan Selçuklu motiflerinin toplum nezdinde birtakım farkındalıklara neden olduğuna inanıyorum.
Daha önce özellikle Batılı ve/veya Batıcıl gözle bu geometrik desenlerle alakalı bazı çalışmalar mevcut. Bunların büyük kısmı Endülüs’teki uygulamaları konu ediniyor. Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi’nde bulunan Timur İmparatorluğu’ndan kalma “Topkapı Parşömeni” de bu alandaki önemli kaynaklardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Bu, bir tomar parşömen konusunda Harvard Üniversitesi’nden Osmanlı sanatı ve mimarisi alanında görevli Gülru Necipoğlu’nun
New York’ta geçen pazar günü hayatını kaybeden ünlü sanatçı Christo, hayat arkadaşı Jeanne-Claude ile ürettikleri “giydirme sanatı” diye tanımlanan, dünya çapında ses getiren eserleriyle tanınıyordu.
Christo, tam adıyla “Christo Vladimirov Javacheff”, 13 Haziran 1935’de Bulgaristan’da dünyaya gelir. 1950’li yıllarda Sofya’da resim, heykel ve mimari eğitimi görür. 1950’lerin sonunda özgürlükleri kısıtlandığı için komünizmle yönetilen Bulgaristan’dan kaçarak Paris’e gider. Burada, kendisiyle aynı gün ve aynı sene doğan Jeanne-Claude’la tanışır ve onun 2009’da ölümüne kadar hiç ayrılmazlar. Christo, Jeanne-Claude’un vefatından sonra ortaklaşa geliştirdikleri projelerini devam ettirir. Colorado’da 1970’li yılların başlarında gerçekleştirdikleri “Valley Curtain” (Vadi Perdesi), büyük yankı uyandırır. Öyle ki, bu projenin anlatıldığı belgesel, En İyi Kısa Belgesel dalında Oscar’a aday gösterilir. 1980’li
Bugünlerin bir avantajı evde geçirilen saatleri iyi değerlendirmeye fırsat tanımasıydı belki de! Bunlardan biri benim için, Beşir Ayvazoğlu’nun “Ateş Denizi” isimli kitabını yeniden okumak oldu.
Geçtiğimiz günlerde, yayımlandığı dönem hemen okuduğum bir kitabı tekrar okumaya başladım. Beşir Ayvazoğlu’nun “Ateş Denizi” isimli romanıydı bu kitap. İlk okuduğum zamandan daha büyük bir keyifle ve iştahla okuduğumu belirtmem gerek. Birçok kişi Beşir Ayvazoğlu’nu daha çok yazdığı mükellef biyografi kitaplarından tanır. Yahya Kemal, Tarık Buğra, Ahmet Haşim, Asaf Halet Çelebi, Florinalı Nazım, Şeyh Galip ilk etapta aklıma gelenler. Ve son olarak kaleme aldığı Tevfik Fikret biyografisiyle bu alandaki tartışmasız en yetkin isim olduğunu bir kez daha gösterdi. Beşir Ayvazoğlu sadece biyografi yazarı değil. “Aşk Estetiği” isimli kitabı hâlâ son derece önemli bir başvuru kaynağıdır. Malik Aksel gibi önemli bir ressamın düşünce dünyasına dair bir fikrimiz varsa bu Beşir Ayvazoğlu’nun Aksel’in daha önce yayımlanan
Sekiz ülkeden kırk iki araştırmacının katkı sağladığı dört ciltlik “Müslüman Dünyada Çağdaş Düşünce” kitabı, bize yakın coğrafyalara Batı üzerinden değil, birincil kaynaklardan bakma imkanı sunuyor.
Yurt dışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı, kısa adıyla YTB, geçtiğimiz günlerde muazzam bir esere imza attı: “Müslüman Dünyada Çağdaş Düşünce.” Uzun zamandır hiçbir kitap beni bu kadar heyecanlandırmamıştı. Doç. Dr. Lütfi Sunar editörlüğündeki kitap tam dört ciltten oluşuyor. Her bir cilt bir bölgeye/ülkeye ayrılmış: Türkiye, İran, Mısır ve Hint Alt Kıtası. Eser, bu bölgelerin düşünce hayatı hakkında derinlemesine kapsamlı ve ana hatları anlamaya yarayacak makalelerden oluşuyor. Kitaba sekiz ülkeden 42 araştırmacı katkı sağlamış ve her kitap 12 bölümden oluşuyor. Her ciltte yer alan bölümler birbirine paralellik gösteriyor. Böylelikle karşılaştırmalı bir okuma yapma imkanı doğuyor. 19. yüzyıl sonrasına odaklanan bu kitap modern düşünceyle
Kime kitabı sağından verilirse hesabı kolay bir şekilde görülecektir ve sevinç içinde yakınlarına dönecektir (İnşikâk Suresi 8-9. ayetler)
Türk-İslam düşünce dünyasının yaşayan en önemli düşünürü kimdir?” diye bir anket yapılsa hiç şüphesiz akla gelecek ilk üç isimden biri Sezai Karakoç olacaktır. “Diriliş” düşüncesi etrafında oluşturduğu bir evrene sahiptir Karakoç. Sadece bir düşünür değil, belki daha çok bir şairdir Karakoç. Sezai Karakoç’u Türk şiirinden çıkarırsak ortada kalan bizi ne kadar tatmin eder emin değilim. Hem kendi kuşağını hem de kendisinden sonrakileri doğrudan ve dolaylı yönden etkilemiş, belki de en fazla şairi etkileyen şair Sezai Karakoç’tur. 2000 yılında şiirleri tek bir ciltte, “Gün Doğmadan”da toplandı. Ben bu cildi Mehmed Akif Ersoy’un “Safahat”ının ve Necip Fazıl’ın “Çile”sinin yanına gönül rahatlığıyla koydum.
Şiir ve deneme kitaplarını lise çağından itibaren
Bütün ezberlerimizin bozulduğu, yepyeni bir düzene girme arifesinde olduğumuz şu karantina günlerinde bambaşka bir ramazan ayı idrak ediyoruz, yaşıyoruz. Evde kaldığımız bugünlerde düşünmek, yapılabileceklerin başında geliyor.
Bu toprakların en büyük birleştirici gücü hiç kuşkusuz İslamiyet’tir. Din, en belirleyici unsurların başında gelir. Dinin toplumun geniş kesimi tarafından en görünür, hayatta en fazla yer kapladığı zaman dilimi ise ramazan ayıdır. İşin sadece ibadet boyutu değil, sosyolojik boyutu da vardır. İftar sofrasına davet edilmek ve bu davete icabet etmek için oruçlu olmayı bir tarafa bırakın Müslüman olmak bile şart değildir bu topraklarda. İnşallah ve maşallah gibi kalıplaşmış kullanımları gündelik hayat içinde kullanmak sosyal bir durumdur, inanç temelli olması şart değil.
Bu yıl bütün ezberlerimizin bozulduğu, yepyeni bir düzene girme arifesinde olduğumuz şu karantina günlerinde bambaşka bir ramazan ayı idrak ediyoruz, yaşıyoruz.
Sosyal hayattan tecrit edildiğimiz bu dönemde yaşadığımız ramazanı mahzun olarak
İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın Kültür Politikaları Çalışmaları bölümü, salgının kültür-sanat alanına etkilerini inceleyen ve çözüm önerilerinde bulunan, yol gösterici nitelikte önemli bir rapora imza attı.
Sadece İstanbul’da değil, tüm Türkiye’de kültür-sanat alanında faaliyet gösteren en önemli ve en etkin vakıf olan İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV), içinde bulunduğumuz ve kaçınılmaz olarak etkilerini uzun süre hissedeceğimiz salgının etkileriyle alakalı bir politika metni hazırladı.
Direktörlüğünü Özlem Ece’nin yürüttüğü Kültür Politikaları Çalışmaları bölümü, her yıl kapsamlı bir rapor yayımlıyor. Önceki yıllarda, “Birlikte Yaşamak: Kültürel Çoğulculuğu Sanat Yoluyla Geliştirmek”, “Kültür-Sanatta Katılımcı Yaklaşımlar”, “Yerel Yönetimler için Kültürel Planlama” gibi önemli raporlar uzmanlar tarafından kaleme alınıp yayımlandı.
Kültür