Ben siyasi tutum almayı ve siyasi tartışmayı ciddi ve ilkesel bir mesele olarak görüyorum, doğrusunun bu olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin geldiği noktada ise, tam tersi oluyor, iktidarın kanatları altına sığınanlar, devlet gücüne sırtını dayayanlar, düşünceleri ile baş edemediklerine karşı korkunç bir kara propagandayı kanırtmaya doymuyor. Birçoğunun adını ağzıma almayı zul sayarım, ama sessiz kaldıkça iftira kampanyası ön alıyor, amacına ulaştığını, karşısındakini sıkıştırdığını sanıyor.
Karalama alanı geniş
Hele de konu Kürt meselesi gibi, ‘hassas’ bir konu olunca, karalama alanı geniş ve sonuç vermeye müsait. Belli ki, hedef alınan insanlar hapsi boylamadıkça, ‘sürüm sürüm süründürülmedikçe’ intikam duygusu yatışmayacak. Tabir benim değil, sahipleri kendilerini bilir. Oysa herkesin elinde kalemi var, cesaretiniz varsa gelin tartışalım veya size yöneltilen sorulara cevap verin, olsun bitsin.
Son olarak, Ali Bulaç Uludere faciası üzerine giriştiği ‘değerlendirme’ yazısında çok sevdiği çamur atma işini ihmal etmemiş. Dahası, olan bitenin sorumluluğunun ucu gelmiş bana ve benzer tutum alanlara (artık kaç kişiyse onlar?) kadar dayanmış. Şöyle ki, gelinen noktanın baş
İyi yıllar dilemekle, yıl da, ay da, gün de ‘iyi’ olmuyor! ‘Böyle bir günde canınızı sıkmak istemiyorum’ demeyeceğim. Hâlâ canı sıkılmamış olan varsa, sıkılsın artık canınız! Ayrıca, ne sıkılmak bilmez bir ‘can’mış bazılarınınki, savaş olur sıkılmaz, deprem olur sıkılmaz, insanlar üç kuruş uğruna düştükleri karlı dağ yollarında bombalanır sıkılmaz! Yetti artık, bu ruhunu çoktan teslim etmişken bedeni göbek atmaya devam eden vurdumduymazların eğlenceleri! Yetti artık, insaniyetini çoktan toprağa vermişken çenesi işlemeye, eli yazmaya devam eden çok bilmişlerin laf kalabalığı! Yetti artık, tek derdi canını sıkmamak olan, ‘ölü canlar’ın ruhsuz, duygusuz dünyası. Yetti artık, yas tutmayı bilmeyenlerin bitmez tükenmez kutlamaları!
Somali’de gözyaşı dökenler...
Bakın, Somali’de aç çocuklar için gözyaşı döken ‘sanatçılar’, Van depremine yardım gösterisi programlarda çalgılı türkülü ağıt yakanlar, böylesi feci bir yılın başında çalıp söylemeye devam ediyor. Hadi onlar, gözyaşları sahte, duyguları kurmaca kadın ve erkek pilli bebekler. Geçmişin hesabını sorarken mangalda kül bırakmayan ‘çok bilmiş’lerin çoğunun da sesi kısılmış. Nasılsa geçmişin hesabını sormak kolay, nasılsa
İçişleri Bakanı Şahin’in son açıklamaları doğal olarak çok tepki çekti. Siyaset bir kez ‘tek millet, tek parti’ rotasına girince gerisi, ‘saray kulisi’ne dönüyor. O saatten sonra, birileri umutlarını ‘saray içinde kavga çıksın’a bağlıyor, kimileri siyasi yorum adına ‘kimin kimle arası bozuk?’ sorusuna cevap bulmaya girişiyor. Birileri, işlerin kötü gitmesini, ‘Dahiliye Nazırı’nın kötü bir seçim’ olduğuna yoruyor, diğerleri, ‘ama iyi ki, sarayda iyi adamlar da var, geçenlerde şunu dedi, bu iyiye işaret’ diye kendini oyalıyor.
Demokrasi böyle bir şey değildir; kimsenin iki dudağı arasından çıkan, ‘şu iyi’, ‘bu kötü’ lafla yürümez. Ayrıca, bırakın demokrasiyi, ‘ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz’! Dahası, demokrasilerde, iş iktidarın iyi niyetine kalmaz. Hak ve özgürlükler açısından işler ters gidiyorsa bunun tek sorumlusu iktidar değildir. Hak ve özgürlüklere sahip çıkanlar ne kadar çoksa, hak ve özgürlük alanı o kadar geniş olur. Daha doğrusu bu bir sarmaldır, şu veya bu iktidar hak ve özgürlükleri baskılamaya giriştiğinde karşılaştığı tepki, baskı siyasetlerinin seyrini belirler.
Basra harap olduktan...
Bir ülkede, meslekleri demokratlıktan ibaret olanlar bile,
Milliyet’in pazar günü dış haber sayfasında, (benzetmek gibi olmasın), ‘Bir demokrasi yasal yoldan nasıl öldürülür? başlığı altında, Macaristan’ın nasıl demokrasinin rafa kalktığı konusuna yer verilmiş. Daha doğrusu, NY gazetesinde yayınlanan Anayasa profesörü Kim Scheppele’ın (Princeton Üniversitesi) yorum yazısı özetlenmiş.
Macaristan’da, Nisan 2010 seçimlerinde yüzde 53 oy alarak iktidara gelen merkez sağ partisi Fidetz’in lideri Viktor Orban, hızla ülkedeki güçler ayrımı dengesini yürütme lehine bozan bir dizi değişikliğe imza atmıştı. Bu süreçte, yargı bağımsızlığı ortadan kalktı, basın özgürlüğü kısıtlandı. Dahası, Macaristan’daki seçim sistemine göre yüzde 53 oyla, Meclis’te Anayasa’yı değiştirebilecek sayıya ulaşarak iktidara gelen parti, iktidar yoğunlaşmasını kurumsallaştıran, bir ‘yeni anayasa’ hazırladı. Bu Anayasa 1 Ocak 2012 itibarıyla yürürlüğe girecek ve Avrupa’nın göbeğinde, Macaristan’da tek parti rejimine geçiş tamamlanacak. Prof. Scheppele’nin yazısı bu vesile ile yazılmış.
Her şey 89’da başladı
Geçtiğimiz yıl, AB Macaristan’ın demokrasi sorunlarını gündeme getirdiği için Almanya ve Fransa’yı suçlayan Orban’ı, The Guardian gazetesi, (7 Ocak 2010)
Fransa Parlamentosu’nun, ‘Ermeni soykırımı’nın inkârını suç sayan yasayı kabul etmesi üzerine Türkiye’nin verdiği Mehter Marşı tonunda tepki, aklı başında olan herkes tarafından yeterince sorgulandı. Ayrıca konunun hemen hemen tüm boyutlarına değinildi, bizde TCK 301. maddenin aynı şekilde tartışılması gerektiği hatırlatıldı. Benzer şeyleri yazmanın anlamı yok. Doğrudur, Ermeni halkının yaşadığı trajedi, maalesef, daha ziyade siyasi hesapların konusu oluyor. Nitekim, Türkiye de benzer bir yol izleyip, karşı atak olarak siyasi pazarlıklara başvuruyor. Burası açık, işte tam da bu nedenle, Fransa’nın hangi siyasi ortamda böyle bir adım attığını irdelemekte fayda var.
Bir yakınlaşma yaşanmıştı
Konuyu Sarkozy’nin kişiliği etrafında değerlendirmenin hiç mi hiç anlamı yok, dahası bu olayı sadece Fransa iç politikası çerçevesinde açıklamak da çok anlamlı değil. Bu sığ değerlendirmeler arasında, çok önemli bir boyut ihmal ediliyor. Çok kısa bir zaman önce, kasım ayının ikinci haftasında, Türkiye ve Fransa arasında Suriye konusunda bir yakınlaşmanın yaşandığı unutulmuş gözüküyor veya son gelişmeler arasında yeterince bağ kurulamıyor.
Daha bir ay kadar önce Fransa Dışişleri
Ölenin arkasından olumsuz konuşmamak gibi bir adap vardır, ama bu politika ve düşünce dünyası için geçerli olamaz. Öyle olsaydı Hitler’i bile hayırla yad etmek gerekirdi. Geçtiğimiz hafta, ülkemizde pek bilinmeyen ama Anglo-Sakson dünyada çok ünlü bir isim olan Christopher Hitchens hayatını kaybetti. Hakkında çıkan bir iki yazıdan gördüğüm kadarıyla, Türkiye’de Hitchens’tan haberdar olanlar da, onun düşünce ve siyaset serüveninden oldukça habersizler. Tam da bu nedenle, (yazılarını çoğunlukla beğeniyle okuduğum) Aslı Aydıntaşbaş, bazı yadırgatıcı düşüncelerine rağmen, “Hitchens gibiler, bu gezegenin ortak vicdanı, aykırı sesi. Biz onları, onlar bizleri dert ettikçe dünyada demokrasi mücadelesi hız kazanıyor, her ülkede özgürlük, adalet derdi olan insanlar usul usul birbirine yaklaşıyorlar” diye yazabilmiş (19 Aralık).
11 Eylül’den sonra Neo-Con oldu
Aslı kusura bakmasın ama, her şeyden önce, ‘nasıl bir vicdanmış bu?’ diye sormak isterim. Hitchens, 11 Eylül’den sonra tam bir ‘neo-con’ haline gelmişti. Önce Afganistan müdahalesinin sonra Irak işgalinin ateşli bir savunucusu oldu. Ekim 2003’te Vanity Fair dergisinde, “...bugün Irak’ta olan askeri bir işgal değil, toplumsal
Dünyanın egemen güçleri meğer ne kadar isyancıymış fark etmemişiz, devrimlere ne kadar susamışlar bilememişiz. Dahası, Batı dünyası meğer kendisine meydan okunmasına ne kadar sevinirmiş. Bugüne kadar dünyanın her yanında isyancılar, devrimciler, hatta göstericiler meğer boşuna sürünmüş, hapislerde çürümüş ve canlarından olmuşlar.
Yıllarca süren, binlerce insanın canına mal olan onca çatışma, isyan, başkaldırı dünya basınında küçücük bir yer bulamazken, Arap dünyasında meydana gelen olaylar, televizyonla naklen rejimler yıktı, ‘devrimler’ yaptı. Ama en tuhafı, Batılı siyasetçiler hemen nedamet getirdi, ‘biz Ortadoğulu diktatörleri desteklemekle meğer ne büyük hata etmişiz, Tunus’ta kendini yakan işportacı, Mısır’da meydanları dolduran Arap gençler gerçekleri yüzümüze vurdu’ diye adeta sevindirik oldu. ‘Yok mu başka diktatör yıkacak hemen yardımcı olalım’ dercesine Libya’da doğrudan ‘sorumluluk’ yüklendiler, Suriye için halen çırpınıyorlar. Bu büyük ‘uyanış’ın en son ürünü, Time dergisinin ‘isimsiz asker’ misali ‘Protestocu’yu yılın insanı seçmesi oldu. Meğer hayat ne kadar basitmiş, koca devletler hatasını hemen kabul eder, kendisine isyan edeni baş tacı eder, küresel ana akım
ABD, sekiz yılın ardından, Irak’tan askerlerini çekti. Bu sekiz yıl içinde, bir ülkenin diktatöründen kurtarılması adına girişilen işgal de, ardından bıraktığı enkaz da kanıksandı. Ama asıl önemlisi, ABD’nin, ‘Irak merkezli’ bölgesel dengeleri değiştirme politikası çöktü, bölgede İran nüfuzu gerilemedi, arttı. Bugün sınırına gelinen savaş rüzgârının asıl nedeni, ABD’nin Irak merkezli bölge siyasetinin çökmesidir.
Oysa o günlerde, ABD’nin bölge politikasının başarılı olacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Doğrusu, bu denli karmaşık bir bölgede gelişmelerin ne yönde olacağını tahmin etmek gerçekten de imkânsızdı. Hal böyle iken, birçokları sadece, ‘savaşa karşı ve ilkesel’ tepkilere bile tahammül gösteremiyor, dalga geçiyor, karalıyor, yaftalıyordu. Bu süreç içinde, ilkesellik bir yana, reel politika analizleri tamamen çöktü ama bu ‘parlak’ analizlerin muhasebesi yapılmadı, unutuldu gitti. Dahası şimdi aynı kafa yine devreye giriyor, Suriye-İran merkezli kriz ve muhtemel savaşı bize ‘reel politika’ analizi diye pazarlamaya girişiyor.
İzleyen yok
Türkiye’de, maalesef Ortadoğu’daki gelişmeleri yakından izleyen bir kamuoyu ve medya yok. O nedenle, bırakın geldiğimiz noktayı