Yeni ismi ile Myanmar, eskiden bildiğimiz ismi ile Burma’da, son zamanlarda yeni bir demokratikleşme sürecinin heyecanı yaşanıyor. Yıllarca hapis ve ev hapsinde tutulan ve demokrasi sembolü haline gelen muhalefet lideri Aung San Su Çii, nihayet özgürlüğüne kavuştu ve seçime hazırlanıyor. 1962’den beri askeri bir dikta altında yönetilen Burma’da, tüm muhalefet çabaları ve son olarak, 2007’de ‘Safran Devrimi’ bastırılmıştı. Kısa bir süre önce, askerler idareyi sivil bir iktidara bıraktı ve muhalefetin sesini duyurabileceği bir seçim sürecine girildi. Ancak, hikâyenin tamamı bu değil, Burma 1948’de bağımsızlığına kavuştuğundan bu yana, özellikle Kuzey bölgesinde yaşayan farklı etnik gruplar, merkezi yönetime karşı savaşıyorlar. Ülkede demokrasiye geçişin sağlıklı yürümesi için bu sorunun da çözülmesi gerekiyor. Tam da bu nedenle, seçim sürecinde Kaçin gerillaları ile müzakere başlatıldı. Zira, merkeze karşı savaşan gruplar ile siyasi müzakerelere girişilmeden, tam anlamıyla demokratikleşmenin mümkün olmayacağı biliniyor. Burma’nın bunca zaman direndikten sonra bu noktaya gelmesinin, muhalefet güçlerinin direnişi ile birlikte birçok nedeni var. Giderek artan Çin baskısından
Her zaman masum değildir hayaller. Doğrusu, ‘hayatın gerçekleri’ dediğimiz şeyler değişmez değildir, tam tersine birçoğu güç ilişkilerinin dayatmasıdır, o nedenle gerçeklere teslim olmamak lazım. Doğru bildiğimiz şeyler adına, dayatmalara karşı durmak lazım, daha iyi, daha adil bir dünya adına ‘hayaller’imiz olmalı. Öyle olursa sadece masum değil, çok değerli hayaller.
Oysa, çoğu zaman hayaller itirazların referansı değil, gerçeklerden, onlar ile yüzleşmenin yükünden kaçmanın sığınağı. Böylesi hiç masum değil. Çünkü, böylesi, aslında gerçeklere teslim olmak, onları besleyip, büyütmek. Gerçekler ile yüzleşemediğimiz ölçüde hayallere sığınmak, sadece kendimizi kandırmak değil, gerçeklerin üzerine hayallerle örülü bir şal örtüp, gizlenmelerini sağlamak, suça iştirak etmek.
Yüzleşmeyi göze alabilecek miyiz?
Hrant’ın katledilmesi karşısında yükselen sesler çok önemliydi, ama derinlikli bir sorgulama ve hesaplaşmadan uzak duran çabaların nasıl bir sonuç verdiğini hep birlikte ve çok acı bir şekilde gördük. Birçoklarımız, son beş on sene zarfında, çok şeyler değişti diye sevindi, geçmişte konuşulamayan şeyler konuşuluyor diye sevindi, derin devlet sorgulanıyor diye sevindi,
Beyrut’ta yapılan ‘Arap Dünyasında Reform ve Demokrasiye Geçiş’ konulu BM toplantısında, Suriye’de ilan edilen ‘genel af’a temkinli yaklaşılmış. Esad rejiminin son günlerde izlediği politikalara kuşku ile yaklaşmak için çok sebep olabilir. Ama, zaten Suriye’nin kendine yönelen uluslararası tehdide karşı alelacele aldığı kararlar ile demokratikleşmesini beklemek mümkün değil. Daha kötüsü, konu iki taraf için de demokrasi falan değil, bir büyük tiyatro!
Bu koşullar altında kim demokratikleştirecek Suriye’yi? Kimi ve neyi temsil ettiği belli olmayan, Suriye içindeki muhalif çevreler ile bile anlaşamayan ‘Suriye Ulusal Meclisi’ mi? Kim olduğu ve kimin destekleyip silahlandırdığı meçhul silahlı muhalifler mi? Demokrasi gibi bir derdi olmayan Arap emirlikleri ve bilhassa Katar’ın yaptığı çağrılar mı?
Hanedan yönetimleri
BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon, toplantı sonrasında yaptığı konuşmada, Suriye’ye “Arap dünyasında otoriter tek adam rejimleri ve aile hanedanları artık geçmişte kaldı” diye seslenmiş. Ama keşke, bari konuyu ‘tek adam ve aile hanedanları’na getirmeseymiş, zira Arap dünyası, bırakın tek adamı, hanedan yönetimleriyle dolu. Batı dünyasının müttefiki olan Fas,
Özgürlük, her şeyden önce, insanın doğru bildiği şekilde yaşayabilmesi, değer verdiği ve doğru bulduğu şeyleri ifade edebilmesi ve peşinden gidebilmesi demektir. Demokratlık, insanın kendisinin doğruları dışında, farklı tercihlerin özgürlüğüne saygı duyması, onlar ile kavgasız bir şekilde, birlikte yaşamanın yollarını bulma çabasıdır. Bir toplumda yaşayan insanlar, özgürlüklerinden ne ölçüde fedakârlık edebiliyor veya etmiyorsa, özgürlüğün sınırı oradan çizilir. Farklı kimlik, düşünce veya siyasi tercihte olanların özgürlüğüne dokunulmasını ne ölçüde içine sindirebiliyor veya sindirmiyorsa demokrasinin sınırı orada çizilir.
Demokraside ısrarın ölçüsü
Özgürlükler ve demokrasi, yemek tarifi gibi reçete yazmakla, vaaz vermekle hayata geçmez. Gün gelir, özgürlük ve demokrasi iddiası zora girebilir, türlü baskılar ile karşılaşabilir, bu baskılara karşı durmanın bedeli ağırlaşabilir. O durumda, demokrasi ve özgürlüklerin seyrini belirleyecek olan, özgürlük ve demokraside ısrarın ölçüsüdür. Türkiye’nin son günlerde içinde bulunduğu ve giderek ağırlaşan türbülansın açığa çıkardığı tablo hiç de iç açıcı değil. İktidar partisi ve onu destekleyen toplumsal kesimin başkalarının
Başından beri, Türkiye’de 2000’li yıllar itibarıyla ‘askeri darbe’ koşullarının olmadığını düşünüyorum. ‘Yapmak istemezlerdi’ demiyorum, ‘yapamazlardı’ diyorum. Böyle bir girişim, Türkiye’yi uluslararası sistem dışına iterdi ve Türkiye gibi bir ülkenin bunu göze alması imkânsızdı. Yine de kurumların direnci denilen bir olgu tabii ki var, dahası dünyayı ve tarihi okumayı bilmeyen hevesliler olduğu kesin, ama heveslerinin kursaklarında kaldığı da kesin. Tam da bu nedenle, ‘askeri vesayet’ ile hesaplaşmak mümkün oldu, iyi de oldu. ‘Yapamazlardı’ diye heveslenenleri sorgulamak, yargılamak gereksiz değildi, tam tersine, askeri vesayetle hesaplaşmak böyle mümkün olur. 2007 yılında iktidar partisini ‘kapatma davası’ açabilen yargı için de benzer şeyler söylenebilir.
Başından beri, benim birçok diğer demokrat ile anlaşamadığım nokta, askerin sivil siyasete baskı mekanizması olmaktan çıkmasının, demokratikleşme açısından ‘şart’ ama ‘yeterli’ olmadığı hususudur. O nedenle, sadece askeri vesayet ile mücadeleyi hedef alan bir demokratikleşme anlayışının, otoriter sivil siyasete savrulma tehlikesini göz ardı ettiğine işaret etme gereği duymuştum. Ben öngörüde bulunmaktan ziyade kaygımı
Ünlü siyaset kuramcısı Hannah Arendt, Nazi suçlusu Adolf Eichmann’ın 1961’de Kudüs’te yapılan yargılanmasını, The New Yorker dergisi için izlemiş ve yazmıştı. 1963’te, bu yargılama üzerine derin bir sorgulama metni olan ‘Eichmann Küdüs’te /Kötülüğün Bayağılığı’ (Eichmann in Jerusalem/ A Report on Banality of Evil) başlıklı kitabını yayımladı. Arendt’in bu kitabı, meseleyi bir Nazi liderinin sorgulanması ve hatta Nazizmin yargılanması ve hatta anti-semitizm konularının çok ötesine taşıyan bir başyapıt olarak kabul edilir.
Arendt, kitabında Eichmann üzerinden, kötülüğün hiç de sanıldığı kadar sıradışı ve istisnai değil, ne kadar ‘sıradan ve yaygın’ olabileceğine işaret ederek, asıl korkutucu olanın bu gerçek olduğuna işaret eder. “Eichmann’a ve benzeri birçoklarına ilişkin sorun, ne sadist ne de sapkın oldukları değil, fazlasıyla ve ürkütücü biçimde ‘normal’ olmalarıdır” der.
Sorun sorgulamayan insan
Eichmann, son derece sıradan ve sadece ‘görevini’ ve ona doğru olduğu söylenen şeyi yapan biridir, yargılama boyunca bunu söyler, işin doğrusu gerçekten de öyle biridir. Tam da bu nedenle, Arendt insanlığa dair korkunç bir suçun, belli koşullar altında nasıl sıradan insanlar
Bir daha gelmek nasip olur mu bilmiyorum, o nedenle Şam’dan son bir selam ileteyim dedim. Saadet Partisi Genel Başkanı Mustafa Kamalak’ın eşliğinde bir heyetin, bir gazeteciler grubu ile Suriye’yi ziyaret edeceğini duyunca apar topar gruba dahil oldum. Gazetecilik kaygısından önce, bu çok sevdiğim ülkeyi zor günlerinde bir kez daha görmek istiyordum. Türkiye vatandaşlarına seyahat tavsiye edilmediği için şahsi bir teşebbüste bulunamamıştım.
Yoksa, mevcut koşullar altında, ne burada doğru dürüst gözlem yapmak mümkün, ne de yazacaklarımızı ‘Esad rejimine destek’ gölgesinden kurtarmak mümkün.
Irak işgali ertesinde Suriye’yi, bölgesel barış adına ziyaretlerimiz bile ‘avanaklıkla’, ‘muhaberat ajanlığı’ ile karalanmıştı. Sonra işler değişti, herkes Suriye muhibbi kesildi ama şimdi durum yine değişti ve bu kez her zamankinden daha ciddi. Şimdilerde sadece ziyaret bile kim bilir nelere bağlanır.
Duyarsız kalınmıştı
Suriye’ye ilk kez on yıl önce geldim, o günden bu yana toplam yirmi kez gelmişimdir. Bu esnada birçok kez, ‘her şey bir yana, bu bölgeyi Suriye’den başlayarak gezin, sokaklarında dolaşın, kahvelerini için o zaman bu coğrafyada yaşayan insanların başına gelen ve
‘İkinci Cumhuriyet’, ‘Demokratik Cumhuriyet’ derken nurtopu gibi bir ‘muhafazakâr cumhuriyet’imiz oldu. Katı laiklik anlayışı muhafazakâr iktidar tarafından esnetildi, iyi de oldu, hatta bu yolda gerekli hukuki değişikliklerin de acilen yapılması gerekiyor. Mesela, üniversiteye başörtüsü ile girmek, göz yumulan bir uygulama değil, bir hak olarak tescil edilmeli. Ayrıca, kamu alanında başörtüsü serbestisi gibi, din ve vicdan özgürlüğü konusunda gerekli düzenlemeler yapılmalı. Bu iktidardan tüm bunları bekleyebilir miyiz bilmiyorum, ama başka bir şey bekleyemeyeceğimiz iyice ortaya çıktı.
Gerisi aynen devam ediyor ve edecek gibi de görünüyor. AKP, demokratik seçim ile güçlü bir iktidara sahip oldu ve devlet mekanizmasının başına geçti, yeni bir ‘tek parti dönemi’ açıldı, olan budur. Diğer taraftan, bu sonucun sorumluluğu sadece AKP’ye, liderine ve hatta seçmenine yüklenemez. Bu parti bir büyük itirazın sesi olarak gelişti, bu itirazın önüne 2002 seçimlerine kadar olmadık engeller çıkarılmaya çalışıldı ama bu çabalar başarılı olmadı. Daha sonra, AKP toplumsal tabanı ve uluslararası konjonktürün verdiği destek ile güçlendi, bu süre zarfında AKP’nin başına çorap örme çabaları