Yirminci yüzyıl, modern tarihin iki büyük dünya savaşına tanık oldu. Bu savaşların somut yıkıcı sonuçları yanı sıra, modern düşünce dünyasında yaptığı yıkım da büyük oldu. Öyle ki, ‘Aydınlanma’ hayali bitti, insanlık temel değerler üzerine yeniden düşünme gereği duydu, Batı medeniyetinin kendisi ile hesaplaşmasını yaptığı varsayıldı. Yüzyılın sonlarında Sovyetler’in çökmesi ile modern otoriterlik ve çatışmacı siyaset sayfasının tamamen kapandığı düşünüldü. O kadar ki, tarihin sona erdiğini ilan edenler oldu.
Yalancı bahar daha çok can yakar
Yirmi birinci yüzyıl ise, daha başından 11 Eylül ve ardından gelen ‘Terörle savaş’ ilanı ile tarihi, bütün kirli yüzü ile yeniden başlattı. Yüzyılın ilk on bir yılının sonunda vardığımız nokta; savaş, yıkım ve ekonomik kriz, daha doğrusu bir büyük insanlık krizi. Hiç değilse, son bir yıl içinde Ortadoğu’da ortaya çıkan olaylar hayra yorulmaya çalışılıyor ama, önce ‘Bahar’dan bahsedenlerin, kış ile karşılaşması, yalancı baharın meyveleri dallarında dondurması çok zaman almadı. Dahası, belli ki, bu yalancı bahar daha çok sürecek, daha çok can yakacak. Yine belli ki, bir zamanlar, kadifeden, gülden devrim biçenler nasıl geride neyin
On gün önce gözüme çarpan bir haberin başlığı ‘Babadan Slogan Tokadı’ idi (Hürriyet, 2 Aralık). Haber şu; Samsun’da NATO’nun Türkiye’de konuşlandırmayı planladığı Füze Kalkanı projesini protesto etmek isteyen Karadeniz Özgürlük Derneği Başkanı İlhan C. ve dernek üyesi Demet B. gözaltına alınmış. Buraya kadar ‘ileri demokrasi’ açısından garipsenecek bir şey yok. ‘Bir ileri demokraside ne demek protesto, ne demek imza toplamak vs., büyüklerimiz zaten her şeyin en doğrusunu yapıyor, karşı çıkanın mutlaka gizli ve kötü bir niyeti vardır’ denilebilir. Ama olay orada bitmiyor, devletin aldığı önlemle yetinmeyen baba, Demet B. adliye önünde beklerken, duruma el koyup, kızını tokatlamış.
Söz konusu genç kız, 19 yaşında ve üniversite öğrencisi, ama olay sanki bir babanın doğal davranışı olarak görülebiliyor. Kadına karşı şiddete savaş açanların bile tepkisini çekmiyor. Dahası, reşit olma ve oy verme yaşının 18 olduğu bir ülkede bu tip davranışlar hiç yadırganmıyor. Eminim, bu olay karşısında babaya sempati duyanların sayısı, tepki duyanlar ile kıyaslanmayacak kadar çoktur. Dahası, bu tutum sadece bu olayla da sınırlı değil, TV haberlerinde gösterilere katılan gençlerin bazısının
Perşembe günkü yazımı da yazamadığım için gündemdeki konular iyice birikti, hangi birini yazayım diye düşünürken, üzerine yazmayı hiç düşünmediğim bir konuya takılıp kaldım. Türkiye’den uzak kaldığım birkaç günün ardından, dönüp geldiğimde, doğrudan konuşulamayan bir konu üzerinde epeyce kazan kaynadığını fark ettim. Başbakan’ın geçirdiği ameliyat ve hastalığı üzerine, bir sürü spekülasyon ortalığı sarmış, hadi buna ‘siyasetin çirkin yanı’ deyip geçelim. Daha kötüsü, ‘oh olsun!’ diyen sessiz bir koro oluşmuş.
‘İnsaniyet’in geri çekilmesi
Benim bildiğim, ruh sağlığı yerinde bir insan, mağduru kim olursa olsun, ciddi bir hastalık söz konusu ise üzülür, kendisi veya yakınlarının başına gelse ne hissedeceğini düşünür, hüzünlenir. Kızdığı bir insanın hastalığı insanı daha da zorlar, ama sahiden üzülemediği için değil, tam tersine üzüntüsünü ifade etmenin ‘yüce gönüllülük’ gösterisine dönüşmesinden sakınmak zorunda kaldığı için. Ama belli ki birçokları için durum bu değil. Aslında hastalıklı olan, bu durum.
Siyasetin bir yandan çok çatışmacı, diğer yandan otoriter bir istikamette seyretmesinin en içler acısı sonuçlarından biri, ‘insaniyet’in geri çekilmesi, yerini insana
Pazar yazımda, bir genç yazara dipnot düşmüştüm. Hafta sonu dağdağası bitti, ‘kendisine cevap verdiğimi iddia eden’ ve bunun üzerine bana cevap yazmaya girişen genç yazarın, Yeni Şafak gazetesinde yazdığı yazıyı doğru dürüst okudum. Okuyunca, meselenin sandığım gibi ‘dikkat çekme çabasını’ aştığını gördüm. Önemsemeyip, cevap vermeme tavrını doğru bulmuyorum. Hakkımda yazılıp çizilen her şeye tabii ki cevap verme gereği duymuyorum. Bazıları, tanıdığım insanlar, dertlerinin ne olduğunu anlıyorum, üzerinde laf yarıştırmaya değmez. Bazıları ‘şahsiyet meselesi’, bazıları ‘durum komedisi’. Bazıları ise doğrudan kara propaganda amaçlı, bu konuda yapacak bir şey yok.
Ama, yazılarına yorum sayfasında rastladığım, hiç tanımadığım ve yazdıklarını hedef almam söz konusu olmayan bu genç yazarın meselesini tam kavrayamadım. O nedenle, mevzuu biraz açmakta yarar var. Olabilir, genç bir yazar, dikkat çekmek için benimle polemiğe girme hevesi gösterebilir, bu yolun iyi bir yol olmadığını zaten tavsiye ettim, fakat yazıyı okuyunca, konuyu tam anlayamadım. Hadi, benim Suriye üzerine yorumlarımı kendi üzerine alındı, cevap yetiştirmeye girişti. Hadi, kendi yazdıklarının benzeri bir sürü yorum
Zavallı Suriye halkı, zavallı güzel ülke! Şimdiye kadar başlarına gelenler yetmiyormuş gibi, şimdi bir kurtlar sofrasının tam ortasında. Üstelik, başlarına gelecek her şey onlar adına yapılacak, onları ‘diktatörlükten kurtarma’ adına yapılacak. Iraklılar, onları diktatörlerinden kurtarmanın faturasını ödeye ödeye bitiremiyorlar, bir milyondan fazla insan öldü, kurtuluş hâlâ ufukta değil. ‘Kaderin cilvesine’ bakın, bela, kıyımdan kaçmak için Suriye’ye kaçanların peşini bırakmadı, yeni kasırga onları kaçtıkları yerde bulacak. Öte tarafta, Libya’yı ‘diktatöründen kurtaranlar’ ‘çak yapıp’, ‘vav’ çektiler, sonra çekip gittiler, artık televizyon haberleri, ardından gelen iç savaşı ‘şimdi de birbirlerine düştüler’ diye, neredeyse dalga geçerek veriyor.
Masa daha kalabalık!
Suriye işinde hesabı kitabı biraz uzun süren Türkiye, arayı hızlı kapadı. Şimdi herkes savaş borusu çalıyor. Savaş borusu çalanlar, baktılar ki, öncelerde ‘insancıl kaygı’ diye piyasaya sürdükleri ‘savaşa çağrı’ fazla rağbet görmedi. Ne de olsa bizim kamuoyumuz, hiçbir zaman dış politika konularına ‘insani kaygılar’ çerçevesinde bakmıyor. Irak işgaline karşı çıkarken, biz bu gerçeği çok iyi gördük, bu ülkede
Hasan Cemal, salı günkü köşesinde Muş Milletvekili Sırrı Sakık’ın mektubunu, ‘28 Şubat’ta size yapılanı bugün siz Kürtlere yapıyorsunuz’ başlığı altında yayımlamış. Aslında benzerlikler bir yana, her siyasi dönem ve çevrenin çok kendine özgü nedenleri olduğu için ben bu tür karşılaştırmalar yapmayı pek sevmem. Ayrıca, ne zaman bu türden karşılaştırmalar veya hatırlatmalar yapılsa, muhafazakâr kesim, ‘ama bizim silahla külahla işimiz yoktu’ diye çıkışırlar. ‘Ama biz de bu denli zulüm görmedik’ demek, nedense bugün Dersim’i tartışmaya açanların, nedense hiç akıllarına gelmez.
Doksanlı yıllardaki tavır gibi
Her şeye rağmen, ne acıdır ki, doksanlı yıllarda İslamcılık ve İslamcılara karşı gösterilen tavır ile bugün Kürt siyasi çevrelerine karşı gösterilen tavır, zaman zaman fazlasıyla birbirine benziyor. Bu benzerliklere ilişkin hafızama takılan o kadar çok örnek var ki, bazen aklıma düşüyor. Sakık’ın mektubunu görünce, o dönem yaşananlara tepki olarak yazdığım bazı yazılara baktım.
O zaman da konu dönmüş dolaşmış, ‘demokrat aydınların’ tutumlarına da gelmişti; önce Milliyet’e, ‘Zor zamanda demokrat olmak’ başlıklı yorum yazımdan (13 Mart 1997) başlayayım. Diyorum ki,
Malum, modern dönem öncesi şartlarda şehir nüfusunu beslemek zor bir işti. O dönemin en büyük şehirlerinin nüfusu dahi bugün ile kıyaslanmayacak ölçüde kısıtlı olsa da, büyük bir imparatorluk merkezi olan İstanbul şehrini beslemek başlı başına çetrefil düzenlemeler gerektiriyordu.
Bu konu Osmanlı ekonomi tarihçileri tarafından çokça çalışılmıştır. Hele ‘et iaşesi’ başlı başına zor bir işti, zira çok maliyetli bir iş idi. Osmanlılar bu konuda, her dönem çeşitli tedbirler almışlardır. ‘Devletin ihtiyaç duyduğu temel maddeleri üreticilerden ayni vergi niteliğinde, piyasa fiyatlarının çok altında bir fiyatla satın alınmasına dayanan miri mübaya rejimi’nin bir türü bunlardan biridir. Bu iş, 16. yüzyılda, taşrada zenginlere vazife olarak da veriliyordu, sonra farklı düzenlemeler söz konusu oldu. Zamanla, bu işi yapanların uğradığı zararlar çeşitli şekillerde karşılanmaya da çalışılmış olsa da, bu konu birçok vesile ile bir tür ‘müsadere’ veya taşrada göze batan zenginleşme ve güçlenme durumunda müdahale olarak gündeme gelir. Tarihçi Yücel Özkaya, “Zararı tam olarak karşılamak mümkün olmadığı için, İstanbul’da kasaplık yapmayı kimse istemezdi. Onun için taşrada varlıklı olduğu
Siyasi tartışmaları her zaman ciddi ve düzeyli biçimde yürütmeye özen gösteririm. Ama özellikle de, içinde bulunduğumuz dönem bu hususa azami önem veriyorum. Zira, birincisi, Türkiye ve bölge ve dahası tüm dünya çok karanlık bir dönem geçiriyor. Batı’da dahi insanlar sokakta, bölgede birçok ülkede sıcak çatışmalarda insanlar can veriyor, bir büyük dönüşüm tünelinin sonundaki ışık gözükmüyor. Böyle bir ortam, siyasal konular bir yana hepimizin insanlık ve temel değerler üzerine uzun boylu ve ciddi ciddi düşünmemizi gerektiriyor. Vakit, sığ çekişmeler ile geçirilecek vakit değil.
İkincisi, Türkiye’de gelinen noktada, siyasal tartışmanın yerini, büyük ölçüde düzeysiz polemikler, itham ve yaftalamalar almış vaziyette. Benim ne siyasi anlayışım, ne insanlığa ilişkin tasavvurum, ne de kişiliğim, bu tür bir ortamda polemiklere girişmeye müsait değil. Hakkımda yürütülen kara propaganda harekâtının, her şey bir yana, beni çok sinirli, kolay tepki veren biri olarak takdim etme çabasına rağmen, çok şükür hiç de duygusal tepkiler veren biri değilim. Haklı olduğumu düşündüğüm konularda yapılan saldırı ve karalamalar beni hiç mi hiç etkilemez. Son dönemde, doğru olduğunu düşündüğüm yerde