Milliyet’in pazar günü dış haber sayfasında, (benzetmek gibi olmasın), ‘Bir demokrasi yasal yoldan nasıl öldürülür? başlığı altında, Macaristan’ın nasıl demokrasinin rafa kalktığı konusuna yer verilmiş. Daha doğrusu, NY gazetesinde yayınlanan Anayasa profesörü Kim Scheppele’ın (Princeton Üniversitesi) yorum yazısı özetlenmiş.
Macaristan’da, Nisan 2010 seçimlerinde yüzde 53 oy alarak iktidara gelen merkez sağ partisi Fidetz’in lideri Viktor Orban, hızla ülkedeki güçler ayrımı dengesini yürütme lehine bozan bir dizi değişikliğe imza atmıştı. Bu süreçte, yargı bağımsızlığı ortadan kalktı, basın özgürlüğü kısıtlandı. Dahası, Macaristan’daki seçim sistemine göre yüzde 53 oyla, Meclis’te Anayasa’yı değiştirebilecek sayıya ulaşarak iktidara gelen parti, iktidar yoğunlaşmasını kurumsallaştıran, bir ‘yeni anayasa’ hazırladı. Bu Anayasa 1 Ocak 2012 itibarıyla yürürlüğe girecek ve Avrupa’nın göbeğinde, Macaristan’da tek parti rejimine geçiş tamamlanacak. Prof. Scheppele’nin yazısı bu vesile ile yazılmış.
Her şey 89’da başladı
Geçtiğimiz yıl, AB Macaristan’ın demokrasi sorunlarını gündeme getirdiği için Almanya ve Fransa’yı suçlayan Orban’ı, The Guardian gazetesi, (7 Ocak 2010) ‘demokratik diktatör’ diye tanımlamıştı. Takdir edersiniz ki, Macaristan durduk yerde bu noktaya gelmedi. Her şey 1989 ‘Doğu Avrupa Baharı’ ile başladı. Orta yaşta olanlar gayet iyi hatırlar, Sovyetlerin dağılma süreci o zamanlar, ‘Kadife Devrim’ler, ‘sivil toplumun yükselişi’, ‘demokrasinin tarihi zaferi’ olarak selamlanmıştı. Daha sonra bu coğrafyada neler yaşandığı unutuldu gitti. Oysa, AB genişleme süreci içinde AB şemsiyesi altına giren bu ülkelerin çoğunda siyaset pek de demokratik istikamette ilerlemedi. Sovyet tipi ekonomiden neo-liberal ekonomiye geçiş, toplumsal sarsıntılara neden oldu ama beklendiği gibi Batı tipi demokrasiler üretmedi. Sağcı partiler, ırkçı söylemler siyaset alanını kapladı.
Eleştiriler önemsenmedi
Bu süreç içinde yaşananları anlamak açısından, bu dönemde yaşanan gelişmelere eleştirel açıdan bakanların söyledikleri son derece önemliydi, ama konjöktüre uygun olmadığı için önemsenmedi. Tam tersine, o dönemin öne çıkan sivil toplumcu muhalifleri ve değişime hızla ayak uyduran eski Komünistler, yeni iktidarlar ve liberal ekonomiye eklemlenmenin rantının peşine düştüler.
Oysa, bu dönemde, ekonomi ve sığ bir demokrasi söyleminin sonucu olan hızlı bir ‘apolitikleşme’ süreci yaşanmıştı. David Ost, Polonya deneyimi üzerine yoğunlaştığı ‘Dayanışma ve Anti-politika’nın Politikası’ (Solidarity and the Politics of Anti-Politics 1990) başlıklı kitabında, tam da bu noktayı çok iyi irdeler. O dönem muhalefet partisi Özgür Demokratlar (Free Democrats) ve Macaristan Bilimler Akademisi, Felsefe Enstitüsü’nün başkanı olan G.M. Tamas, o dönemin birey odaklı liberalizm ve demokrasi anlayışının, siyasetin alanını nasıl kısıtladığını veya siyasal tartışmayı geri plana ittiğinden şikayetle, Macaristan’da demokrasinin sonunu getiren sürece, çok erken bir tarihte işaret etmişti (‘The Legacy of Dissent, TLS , 14 Mayıs 1993). O tarihten beri, ne zaman Macaristan dense Tamas’ın bu yazısını hatırlarım.
Dünya bedel ödüyor
Seksenli yıllarda çok popüler olan, liberal ekonominin dünyayı özgürlük ve demokrasi ile tanıştıracağı tezi muazzam bir çöküş yaşadı, şimdi, dünyanın bir çok yerinde bu çöküşün bedellerini farklı biçimlerde, ancak hep özgürlükler ve demokrasinin geriye çekilişi şeklinde ödüyoruz. O halde, bu süreçleri değerlendirmek için son günlere yoğunlaşmak yerine daha gerilere gitmek ve sorgulamaya oralardan başlamak zorundayız. Oysa halen, değil sorgulamak, Arap Baharı’nı 1989 Doğu Avrupa sürecine benzetip, bundan medet ummak çok yaygın bir yaklaşım.
Ve nihayet, Türkiye’de yaşananlar da bugünün meselesi değil. Bugünü doğru dürüst kavramanın yolu, her şeyden önce, 12 Eylül süreci ile hasaplaşmaktan, bu süreci doğru dürüst sorgulamaktan geçiyor. Ama lafta kalan sığ bir hesaplaşma, kekeme bir sorgulama değil, sahiden hesaplaşma ve derinlemesine sorgulamayı göze alarak. Zira, bugün yaşadığımız demokrasi sorunu, sadece 12 Eylül askeri rejiminin baskı politikalarının değil, ardından gelen ve bu politikaları tamamlayan, buna karşın ‘demokratikleşme’ diye takdim edilen, neo-liberal ‘apolitikleşme’ sürecinin sonucudur. Liberal ekonomi ve sığ sivil toplum söylemlerinden demokrasi umarsanız, sonu böyle olur. Demokratik mücadele adına, iktidar politikacılarının dudak okumasına talim edersiniz. Bu derin meseleyi şimdilik, Macaristan vesilesi ile sadece hatırlatmış olayım.
Not: Bu arada, başka bir yazının konusu yapmayı düşünmeme karşın, şimdiden Özgür Gündem gazetesinin onlarca yazar ve çalışanının, KCK soruşturması çerçevesinde gözaltına alınıp tutuklanmasını, ifade özgürlüğüne karşı bir saldırı olarak kınamak istiyorum.