Ölenin arkasından olumsuz konuşmamak gibi bir adap vardır, ama bu politika ve düşünce dünyası için geçerli olamaz. Öyle olsaydı Hitler’i bile hayırla yad etmek gerekirdi. Geçtiğimiz hafta, ülkemizde pek bilinmeyen ama Anglo-Sakson dünyada çok ünlü bir isim olan Christopher Hitchens hayatını kaybetti. Hakkında çıkan bir iki yazıdan gördüğüm kadarıyla, Türkiye’de Hitchens’tan haberdar olanlar da, onun düşünce ve siyaset serüveninden oldukça habersizler. Tam da bu nedenle, (yazılarını çoğunlukla beğeniyle okuduğum) Aslı Aydıntaşbaş, bazı yadırgatıcı düşüncelerine rağmen, “Hitchens gibiler, bu gezegenin ortak vicdanı, aykırı sesi. Biz onları, onlar bizleri dert ettikçe dünyada demokrasi mücadelesi hız kazanıyor, her ülkede özgürlük, adalet derdi olan insanlar usul usul birbirine yaklaşıyorlar” diye yazabilmiş (19 Aralık).
11 Eylül’den sonra Neo-Con oldu
Aslı kusura bakmasın ama, her şeyden önce, ‘nasıl bir vicdanmış bu?’ diye sormak isterim. Hitchens, 11 Eylül’den sonra tam bir ‘neo-con’ haline gelmişti. Önce Afganistan müdahalesinin sonra Irak işgalinin ateşli bir savunucusu oldu. Ekim 2003’te Vanity Fair dergisinde, “...bugün Irak’ta olan askeri bir işgal değil, toplumsal ve siyasal bir devrimdir” diye yazması büyük gürültü koparmıştı. Ancak, Hitchens’ın düşünce serüveni sadece 11 Eylül sonrası kırılmayla açıklanamaz. Eski Troçkist Hitchens, seksenli yıllardan bu yana, hep tartışmalı pozisyonlar aldı. 1979 seçimlerinde bile, içten içe Thatcher’ın kazanmasını istediğini sonradan itiraf etmişti. Ardından, farklı sol çevreler ile bizim de tanıdık olduğumuz, çatışma, çekişme ve daha doğrusu sataşma süreci devam etti. Hitchens kendini, ‘geçmişle hesaplaşan, dogması olmayan her zaman sorgulayan ve muhalif olan’ bir düşünce adamı olarak lanse etmesine karşın, aslında kendisinden farklı düşünenlere ve özellikle sol siyasete ve İslamcılara karşı ‘öfke’si ve bunun yanında, ‘dikkat çekme ve popüler olma’ ihtirası, siyasi-düşünsel kaygılarının önüne çıkan biri olarak çok tartışma konusu oldu.
Kendi denedi, ‘işkence’ dedi
11 Eylül sonrasında, özellikle de Irak işgali ardından, İngiltere’deki sol çevrede, Hitchens’ın da merkezinde olduğu bir büyük tartışma ve kırılma yaşandı. Bir kesim Hitchens’ın da içinde olduğu grubu emperyalizm ve neo-con ABD siyaseti yanında yer almakla suçlar iken, onlar da diğerlerini, ‘İslamo-faşizm’e destek vermekle suçladı(*). Bu tartışmanın ta başında, Hitchens’a en ağır eleştirileri yöneltenlerden biri olan Scott Lucas (New Statesman, 27 Mayıs 2002) daha sonra, sol içindeki kırılmayı gerilere götürdüğü bir kitapta tartışmaya açtı (The Betrayal of Dissent, Pluto, 2004). Bu konu, aslında İngiltere ile sınırlı kalmaması ve çok ciddiye alınması gereken ciddi bir tartışma mevzusuydu, ama bizim ülkemizde hiç yankı bulmadı.
Hitchens, bu tartışmanın tüm taraflarının ötesinde öne çıkan bir figürdü, zira sadece kalemi ve zekâsı sivri değildi, aynı zamanda şok etmek ve dikkat çekmekten fazlasıyla hoşlanıyordu. Bu uğurda, 2004’te, Irak kan gölüne döndüğü bir sırada, ‘özgürlük ağacı geleneksel biçimde sulanıyor’ bile diyebildi (zik. Jonathan Freeland, ‘Falling of Hawks’, The New York Review of Books, Temmuz 2008) 2008’de, ABD’nin terör zanlılarına uyguladığı ‘waterboarding’ denilen yöntemin ‘işkence’ değil, bir tür sorgulama biçimi olduğunu söyledi. Bunun ardından, ‘öyleyse sen dene!’ tepkisine karşı Vanity Fair kameraları önünde bu yöntemi denedi ve gerçekten de işkence olduğunu itiraf etti. Ama sonuçta, istediği gibi tekrar gürültü çıkarmış oldu.
Amatör bir ateizm denemesi
Hitchens, en tartışmalı döneminde, tartışmalı fikirlerini birçok kitap ile piyasaya sürmeye devam etti. Bu arada, amatör bir ateizm savunusu denemesi olan ‘The God is not Great’ adlı kitabı da çok gürültü kopardı. Ünlü İngiliz Marksist düşünür Terry Eagleton’un Reason, A Faith, and Revolution başlıklı kitabı, kısmen Hitchens’a karşı, (ama bazılarının sandığının aksine) ne onunla, ne de sadece din konusu ile sınırlı olmayan, ciddi bir politik sorgulamayı içeriyor. Keşke tüm bu konulara daha etraflı değinebilme imkânı olsaydı.
Aslında, bize uzak gibi görünen bir şahıs ve bir tartışma konusunu, bu kadar bile uzatmamın asıl nedeni, konuya biraz yakından bakabilsek, İngiltere ve Hitchens’ı aşan bazı çok önemli sorunlara gönderme yapıyor olması. Bunların başında, ‘muhalif’, ‘eleştirel aydın’ yaftası altında baskıcı siyaset ve iktidarlar ile ne kadar uzun yol arkadaşlığı yapılabileceği, en utanmaz tavırların laf ebeliği ile nasıl ‘aykırılık’ diye ‘yutturulabileceği’ sorunu geliyor.
Hiç de ayrıksı değildi
Chistopher Hitchens, mutlaka nevi şahsına münhasır yanları olan bir popüler entelektüeldi, ama siyasi ve düşünsel deneyimi, bırakın tartışmalı yanlarını, hiç de ‘ayrıksı’ değildi. Tam tersine, o bu çağın tipik entelektüelinin en iyi temsilcilerindendi. Bu çağın hür ve kabul edilmiş entelektüelinin temel vasıflarının başında, ‘aykırılık yaftası altında sistem ve iktidar ile buluşma’ geliyor. Bu buluşmayı örtbas etmenin en iyi yolu, sistem ve iktidarı sorgulamaktan imtina edildiği ölçüde kurmaca bir mücadele alanı ve söylemi üretmek. Hesaplaşmanın zor olduğu alanlardan kaçmak ve muhalif olma adına, gücü olmayan veya gücünü yitirmiş düşmanlar ile idare etmek veya hafif sıklet düşman icat etmek, dikkatleri onun üzerine çekmek. Zelil bir kaçış ve teslim olma tavrına ‘mücadele süsü’ vermek! Mesela, Hitchens’ın yaptığı gibi, bu devirde sanki Engizisyon’un nefesi ensesinde edası ile ateizm savunuculuğuna soyunmak.
Ve nihayet Ian Buruma’nın Hitchens özelinde işaret ettiği gibi; dünyaya narsistik bir noktadan bakmak (‘The Believer’, The New York Review of Books, 15 Temmuz, 2010). Bu narsisist dünyanın penceresinden dünyada olan bitene pis pis bakmak, en kanlı olayları şampanya ile kutlayabilmek midesizliği, son hedefi bizzat kendisi olan insansevmezlik!
(*) Bu tartışma, New Statesman dergisinin, 2005 Nisan ayı sayılarında izlenebilir.