Ortadoğu, tam bir altüst oluş yaşarken, artık, şu ‘domino etkisi’, ‘Ortadoğu’da hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’, ‘demokrasi rüzgârı’ gibi yuvarlak lafları bir yana bıraksak diyorum. Türkiye, derin bir uykudan yeni uyanmış vaziyette, Ortadoğu’dan, ‘Atlantis’ten bahseder gibi söz ediliyor. Bir de, ‘Arap halklarını küçümsemeyelim’ gibi, hiçbir şey söylemeyen ve aslında son derece Oryantalist bir dil ortalığı sarmış vaziyette.
Anlamsız yorumlar
Ortadoğu bilinmez bir dünya değildi, Türkiye’nin Ortadoğu ve Arap dünyası bilgisi çok zayıf o kadar. Diğer taraftan, Arap dünyasının, rezil yönetimler sultası altında kalmış olması, bu koca coğrafyanın, bunca zaman ‘derin dondurucu’da yaşıyor olduğu anlamına gelmiyor. Sadece biz, oralarda ne olup bittiğinden habersiz olduğumuz için, Osmanlı döneminden bugüne hızla atlayıp, anlamsız yorumlar yapıyoruz o kadar. Hele bazılarına göre, sanki, Osmanlı ‘atalarımız’ oralardan çıktıktan sonra, bu insanlar kurda kuşa yem olmuşlar, sonunda ‘yetti gayri’ diye ayaklanmışlar, olay bundan ibaret. Sanki, oraları yönetmek atalarımızın doğal hakkıymış, biz oraları yönetirken herkes mutlu mesutmuş, Osmanlı’nın çekilmesi ile bu saadet bozulmuş!
Oysa, Osmanlı sonrası, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın modern tarihi boyunca o kadar çok şey yaşandı ki! Sömürge, yarı sömürge dönemi, bağımsızlık mücadeleleri, Soğuk Savaş dönemi kapışmasının bu bölgedeki iz düşümleri, ‘Arap Soğuk Savaşı’, İran İslam devriminin tesirleri, Soğuk Savaş sonrası değişen dengeler, 11 Eylül sonrası politikaları, sadece üst başlıklar.
Megrahi’nin iadesi
Arap dünyasındaki en son patlamanın gerçekleştiği, Libya’daki rejimin ve liderinin son derece ‘marazi’ bir yapısı olması, burada olan biteni sadece ‘çılgın bir diktatör’ün varlığı ile açıklayabileceğimiz anlamına gelmiyor. Bildiğiniz gibi, bu ülke ve lideri, uzunca bir zaman Batı sisteminin ‘tehdit’ ve ‘düşman’ algısı içindeydi. 2000’li yılların başından itibaren, 11 Eylül sonrası politikalar ve ekonomik hesaplar çerçevesinde, Batı dünyası Libya ile bir tür uzlaşma sağladı. Ancak gerilim bitmedi. Zira, Kaddafi rejimi, hem diğer benzerleri gibi ülke içinde tüm meşruiyetini yitirmişti hem de uluslararası sistemde, halen belirsiz ve dengesiz bir yer işgal ediyordu. Son olarak, 2009 Temmuz-Ağustos aylarında Libya’ya ilişkin büyük bir kriz yaşandı. Libya, belli ki, İngiltere’nin ekonomik çıkarlarını pazarlık konusu yaparak, Lockerbie mahkûmu Megrahi’nin ülkesine iadesini istedi. Megrahi’nin, kanser hastası olduğu ve üç aylık ömrünün kaldığı gerekçesine sığınılarak, iadesi sağlandı. Dahası, oğul Seyfülislam Megrahi’nin dönüşünü kutlamaya çevirdi ve bu olay büyük bir infial yarattı. ABD ile İngiltere arasında, uzunca bir süre, mesele oldu ve sonunda İngiltere, ‘hata’sını kabul etmek durumunda kaldı.
Afrika birliği hayali
Diğer taraftan, Kaddafi, kendini Nasır’ın mirasçısı olarak ilan ederek, liderliğine soyunduğu Pan-Arap siyasetleri ve Filistin meselesi hamiliği yerine doksanlı yıllardan itibaren ‘Afrika birliği’ hayalini koymuştu. Bu esnada, Arap dünyası ile ilişkisinde ‘isyancı’ çizgisinden vazgeçmedi. 2003 Arap Zirvesi’nde, Irak konusunda Suudi Arabistan Kralı ile kavgaya tutuştu ve bu küskünlük sonraki Arap zirvelerinde sorun olmaya devam etti. Ancak, Kaddafi, bu esnada daha ziyade Libya’yı Afrika siyaset sahnesinde, öne çıkarma gayreti içindeydi. O nedenle, Libya’da Kaddafi sonrası olacakları, Afrika siyaset sahnesine yansımaları çerçevesinde de değerlendirmek gerekecek.
Ortadoğu’daki baskıcı rejimlerin en önemli sonuçlarından biri, demokratik siyasete zemin teşkil edebilecek imkânların, aktörlerin gelişmesini engellemiş olmalarıdır. Bu husus, özellikle Libya için daha fazla geçerlidir. Müslüman Kardeşler dışındaki, sürgündeki muhalefet grupları, bildiğim kadarıyla, en son 2005’te ortak toplantı yapmış, demokratik çerçeve çağrısında ortak hareket kararı almıştı. Ancak, kırk yıl diktatörlükle yönetilen ve modern politik kurum ve siyaset zemininin zayıflığı Kaddafi öncesine kadar giden Libya’da, yeni siyaset sahnesini büyük sorunlar bekliyor.
Yeni düzen belirsiz
Bu arada, Libya’nın hapisteki radikal İslamcılarının, 2009 yılında, lider isimlerinden Abu Yahya Al-Libi önderliğindeki ‘ılımlılaşma’ atılımları, Batı dünyası tarafından, El-Kaide ile mücadele açısından çok önemsendi. Zira, Libyalı İslamcılar, geçmişte El-Kaide içinde önemli rol oynamıştı ve Al-Libi, Bin Laden’in en yakınlarından biriydi. Şiddeti reddeden yeni bir çizgi izlemek üzere hazırladıkları ve ‘Cihat’ konusundaki görüşlerini ‘düzelttikleri’ metin Müslüman Kardeşlerin Mısırlı liderlerinden, Kardavi’nin görüşlerine de sunulmuştu. Ancak, İslamcıların yeni düzende nasıl bir rol alacakları Mısır’dakinden çok daha belirsiz. Dahası, Libya’da yeni bir düzenin olup olmayacağı bile belirsiz.
Türkiye’deki gaileler öne çıktığı için, Libya üzerine yazmakta geciktim, dahası fazlasıyla sıkışık bir yazı oldu, bu konuda affınıza sığınıyorum. Son olarak, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da, diktatörlerin gitmesi kuşkusuz sevindirici bir olay ama, bu coğrafyanın bu denli büyük bir sarsıntının, ‘küçük kıyamet’leri ‘büyük kıyamet’e dönüştürmesi, yani bölgesel bir büyük çatışmaya sıçrama ‘risk’inin doğduğunu da artık hesaba katmamız gerektiğini hatırlatmak istiyorum.