Her ölüm, insanın uzun boylu bir ‘muhasebe’ yapmasına vesile olur veya olmalıdır. Hakkında kim ne düşünürse düşünsün, önemli bir siyasi aktörün ölümü, siyasi bir muhasebeyi de gerekli kılıyor. Şimdilerde doğal olarak, Erbakan’ın ardından da bu yapılıyor. Ben de aynı şeyi yapmaya çalışacağım.
Erbakan’ın önderlik yaptığı siyasi söylemi her zaman çok sorunlu bulan, ama bu söylem etrafında siyaset yapanların maruz bırakıldığı haksızlıklara büyük öfke duymuş biriyim. 28 Şubat ve Refah Partisi’nin kapatılması süreci bu ülke için kara bir lekedir. Bu düşünce ve duygu ile, Erbakan’ı yalnız bırakıp, kendilerine ‘yenilikçiler’ diyerek yol açmak isteyenlere, ağır eleştiriler yönelttim. 9 Ocak 2001 tarihli ‘28 Şubat Yenilikçileri’ başlıklı yazım (Radikal), bunlardan biriydi. Ardından Fazilet Partisi’nin kapatılma kararı kâbusun devamı oldu. O sırada, Ege sahillerinde bir tatil kasabasındaydım, ‘Beyaz Türk’ dünyasının, kendinden başkasına bu ülkede yaşama hakkı tanımakta azimli, küstah tavrı o civarlarda daha derinden hissedilebiliyordu. Bir şekilde o dünyanın bir üyesi olmaktan çok ama çok utandım ve ‘Utanıyorum’ başlıklı bir yazı yazdım (Radikal, 26 Haziran 2001). Bu olayların ardından, şimdilerde demokrat geçinen pek çok ismin de aralarında olduğu bir ‘ara rejim’cilik ortalığı sardı. (Ara rejimcilik, 17 Temmuz 2001, Radikal)
Mahkûmiyet ve isyan
Bu ortamda ve bu duygularla, Milli Görüş Hareketi ve Fazilet Partisi içindeki bölünmeden çıkan Adalet ve Kalkınma Partisi’ni, tam bir ‘siyasi pragmatizm’ örneği olarak gördüm. Erbakan’ın cenazesine katılan iktidar partisi mensuplarını izlerken, o günleri hatırladım. Ancak, çok tuhaf bir şey oldu. Bu çevreye, zamanında liderlerine ‘vefasızlık’ etmiş gözüyle bakmak yerine, bazı konularda ‘haksızlık’ etmiş olduğumu düşündüm.
Şöyle ki; ortada pragmatizm, oportünizm, uluslararası konjönktür, vs. diye nitelendirilebilecek pek çok emare vardı, ama olay bundan ibaret değildi. Her şeyden önce, beğenin beğenmeyin, bir hareketin, davanın çok çilesini çekmiş olanların liderlerini geride bırakan arayış ve ‘isyanı’nı daha fazla dikkate almak gerekiyordu. Siyasette, sadece pragmatizm değil, öncü vasfına sahip olan liderlerin kendi bakışları etrafında çizdiği katı sınırlar, ardından gelenlerin önüne duvar gibi dikilebiliyor, siyaset alanlarını daraltabiliyor. ‘Öncü’lere vefa, ardından gelenler için bir mahkûmiyet halini alabiliyor. Bu mahkûmiyete karşı ‘isyan’ı, her tür pragmatizm ve oportünizm için kılıf yapanlara karşı çıkarken, ‘isyan’ın haklı olabilecek sebeplerini göz ardı etmemek gerekiyor.
Gannuşi dikkat çekmedi
O ‘isyan’ olmasaydı, bu çevre belli ki daha uzun süre hırpalanmaya devam edecekti. Kuşkusuz, ‘İktidar oldular da iyi mi oldu?’ diyenler çıkacaktır. Bu çevrenin iktidarının ‘iyi’ olup olmaması, iktidar politikalarının sorgulanması başka şey, bir çevrenin iktidar olmaması için her türlü haksızlığa mahkûm edilmesi ayrı şey. Bu çevrenin, onca haksızlık ve yok saymanın ardından iktidara yürümesi ‘adaletli’ bir sonuçtu. Gerisini zaten halen tartışıyoruz. Kısaca, ne geçmişte yaşanan haksızlıklar bugünkü haksızlıklara kılıf olarak, ne de bugünkü haksızlıklar geçmişteki haksızlıkları temize çıkarma aracı olarak kullanılmalı. Maalesef, halihazırda siyasi tartışmayı, büyük ölçüde bu iki tavır belirliyor.
Erbakan’ın ölümü ve cenazesi bana bunları düşündürdü. Ölüm, hepimizi derin muhasebelere sürüklemesi gereken en büyük ders.
Erbakan’ın cenazesine Tunus’tan islamcı lider Raşit Gannuşi’nin katılmış olması fazla dikkat çekmedi. Oysa bugünlerde Gannuşi’nin Nahda hareketi Tunus’un siyaset sahnesinde daha fazla öne çıkıyor.