Suriye, tıpkı Irak gibi, gelecek on yıllar boyunca bölge politikalarında potansiyel sorun alanı olarak varlığını sürdürecek gibi görünüyor. Bu kanaati destekleyen iki önemli gelişmeden söz edebiliriz.
İlki, uluslararası aktörler ve yerel müttefiklerinin Suriye’nin geleceğinde İŞİD’e yer olmadığı konusunda mutabıklar. Bu amaç uzun soluklu ve karmaşık bir mücadeleyi gerektirdiği gibi, bazıları için yeni fırsatlar demek. İkincisi, iç savaş sonrası Suriye’nin yeni siyasi mimarisinin belirlenmesi ve kuruluş şeklinin soğuk savaş günleri gibi “bloklar” arası rekabete neden olması.
Mevcut gelişmeler Irak’ta yapılacak IŞİD’e yönelik operasyonların ileri bir tarihe ertelendiğini gösteriyor. Suriye, IŞİD’le mücadelede zayıf halka olarak görülüyor ve öncelikli hedef haline gelmiş bulunuyor. Bu yüzden de operasyonların öncelikli hedefinin IŞİD’i, Irak’a, doğduğu topraklara sürmek olduğu açık.
IŞİD’i Suriye’den kimin çıkaracağı ve boşalacak bölgeleri kimin işgal edeceği cevabı aranan en önemli soru olarak gündemdeki yerini koruyor. Çünkü bu hamleleri yapacak olanlar geniş bir alanda kontrolü sağlayacak ve ülkenin geleceğinde etkili, söz sahibi olacak.
ABD ve Rusya liderliğindeki iki “kanat”
Soğuk Savaş biteli yıllar oldu. Ancak Rusya ve ABD bölgesel krizlerde etkili olmayı sürdürüyor. Uzlaşmayı başardıklarında sorunları aşmak daha kolay olabiliyor. Tıpkı Suriye’de olduğu gibi.
Esad’ın muhaliflere karşı “kimyasal silah kullandığı” iddialarının ayyuka çıktığı günlerde kriz ABD ve Rusya’nın kapalı kapılar ardında uzlaşmasıyla aşıldı. Esad, kimyasal silahlarını teslim etmesinin karşılığında yerinde kaldı. O tarihten beri meşakkatli günler geçirmiş olsa da koltuğunu korumaya devam ediyor.
Kimyasal krizin ardından iç savaşın gidişatını değiştiren DAİŞ’in güç kazanmasıydı. DAİŞ’in zayıflatılamadığı, yerini alacak “dost” unsurların da yetiştirilemediği bir ortamda tarafların ortak endişesi Esad rejiminin aniden çöküşünün kaosa neden olacağıdır. Böyle bir ortamda “otorite boşluğu” hızla “radikal” gruplar tarafından doldurulacaktır. Üstelik radikallerin kimliği konusunda ortak bir payda da yok.
Zamanla, gelişmelerin ABD ve Rusya’yı birbirlerine yaklaştırdığı düşüncesi abartılı görülmemeli. Sonuçta DAİŞ’le karada savaşacak esaslı unsurun Esad’ın ordusu olmalı fikri ortak payda haline gelmiş gibi görünüyor. Nitekim Rusya’nın Suriye’ye silah ve eğitmen sevkiyatına
Türkiye seçime giderken PKK da saldırılarını artırıyor. Bu saldırılarda çok sayıda asker ve polis şehit oldu. Örgütün uzun süredir hazırlık yaptığı her halinden belli. Çözüm sürecinde stratejisini asla değiştirmediği, sadece taktik hamleler yaptığı ortada.
Öyle ki ne 7 Haziran seçimindeki HDP başarısı ne de yeniden seçime gidiliyor olması PKK’nın stratejisini etkilemedi. Bazılarına göre bu anlaşılabilir bir durum değil. Merak edilen şu: PKK bu dönemde ne yapmak istiyor ve niçin?
PKK açısından bu soruların basit bir cevabı var. Örgüt, içeride ve dışarıda şartların kendisine sunduğu fırsatları kaçırmak istemiyor. Hedefine çok yakın olduğunu düşünüyor. Bu amaçla da belirlediği şiddet stratejisini uyguluyor.
PKK’nın 1 Kasım seçimine stratejik bir önem atfettiği ortada. Ancak bu önem, PKK’yı temsil edenlerin zihin dünyasında meşru yollarla siyaset yapanlardan bambaşka bir anlam ifade etmektedir. Onlar için bu seçimlerde ne HDP’nin aldığı oy oranının ne de kaç milletvekili çıkardığının bir önemi yok. Önemli olan, seçim sonucunda ortaya çıkacak tablonun PKK’nın kendi “savaşına” ne yönde tesir edeceğidir. Seçim sonucu PKK için bu noktada önemlidir ve bunun için
PKK benzeri terör örgütleri kendilerini kuşatan dünyadan bağımsız hareket etmezler/edemezler. Çevresel koşullara, beklentilere uyumlu davranmak zorunda olduklarını bilirler. Değişen koşullara uyum sağlama yetenekleri ise oldukça yüksektir. Yasalara ve kurallara uygun hareket etmek zorunda olan devletlerden her zaman daha elastikidirler.
Çözüm sürecinin çöküşünün ardından, PKK saldırılarında görülen yoğunluk, yaygınlık ve şiddet çoğu insan için hayret verici boyutta görülebilir. Oysa terör örgütlerinin yapısı, “iş yapma anlayışları ve motivasyonları” düşünüldüğünde ortada hayret edilecek bir husus yoktur. Zira bu örgütler için bazı kurallar hiçbir zaman değişmez, çözüm sürecinde bile... Zayıflığın beslediği güvensizlik, grup içi dayanışma, adanmışlık ve tek hedefe odaklanma gibi.
Terör örgütleri için fiziki kapasite yetersizliği ve hukuki meşruiyet ciddi birer sorundur. Devlet karşısında daima zayıf ve hassastırlar. Bu nedenle de her şeye şüpheyle yaklaşırlar, güvensizdirler. Daima tetiktedirler. Aynı zamanda devletin yerini almak için de sürekli mücadele halindedirler.
Güvensizlik, bir yandan örgüt içinde “ajan” arama operasyonlarını tetiklerken, bir yandan da birkaç hamle
PKK, saldırıla-rının temposunu kontrollü biçimde ve geniş bir yelpazede artırıyor. Örgüt Soğuk Savaş dönemindeki benzerleri gibi stratejisini köylülüğe dayandırmıştı. Bu çerçevede Maocu “uzun süreli halk savaşı” stratejisini seçti. Saldırılarını ağırlıklı olarak kırsal alanda gerçekleştirdi.
Palazlanan örgüt, dünyanın farklı bölgelerindeki çatışmalardan yeni yöntemler öğrendi. Sosyal dokunun değişimi, köylü nüfusun azalması şehirleri de eylem alanı haline getirdi. Siyasi aktörlerin ilgi hiyerarşisindeki konumunun değişmesi ona birçok fırsat sundu.
Eylemlerin karakteri değişti ve şehirlere yayıldı. Halkın kontrolü ise her zaman öncelikli hedef olarak kaldı.
Dünya nüfusunun neredeyse yarısı şehirlerde yaşıyor. Türkiye’de ise bu oran %75’i bulmuş durumda. Şehirler, insan eliyle yatay ve dikey olarak üretilmiş karmaşık yapılardan oluşur. Önemli büyüklükte ve yoğunlukta nüfus barındırır. Ayrıca altyapı ve hizmetler sunar. Şehirlerin canlı kültürel ve politik hayatları vardır.
Bu özellikleri nedeniyle şehirler, orduların, terör ve gerilla hareketlerinin ilgi odağı haline gelmişlerdir. Üstelik asimetrik savaşta şehirler zayıf tarafa ciddi avantajlar da sağlar.
Binalar,
Son MGK toplantısının ardından yapılan açıklama çok sayıda güvenlik sorununun ele alındığını gösteriyor. En dikkat çekici olan ise sınır güvenliğine yapılan vurgu ve DAEŞ’e karşı uluslararası koalisyon güçleriyle birlikte hareket edileceğinin açıklanmasıydı. Dikkat çeken diğer husus, Suriye’de kurulacak “terör örgütlerinden arındırılmış bölgeler” konusu.
Dün de TBMM’den Suriye ve Irak tezkeresi geçti. Yeni tezkereyi öncekilerden ayıran özellik DAEŞ’e özellikle vurgu yapması. Bundan böyle hükümet bu tezkereye dayanarak Suriye ve Irak’ta gerekli gördüğü tüm askeri tedbirleri alabilecek. Gelişmeler Türkiye’nin yeni bir durumla karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Tuhaf gelebilir ama gerçek şu: Türkiye, DAEŞ ile “savaşta”.
Evet, zihnimizde savaşın ancak bir devletle yapılabileceğine dair bir algı var. Oysa günümüzde bu algının referans noktaları tamamen değişti. Sınırın öte yakasında devlet olmayan, hukukun henüz tarif etmediği, sosyal bilimcilerin üzerinde uzlaşmaya çalıştıkları bir “olgu” var ve onunla savaştayız. Devlet gibi görünen ama devlet olmayan, geleneksel kurallarla hareket etmeyen bir “varlık”tan söz ediyoruz.
Bu aşamaya elbette hemen gelmedik. Hava operasyonları, tank, top
Geçen yazıda, demokra- silerin “küçük savaşlarda” karşılaştığı hukuki ikilemlerden ve tarafların mücadeleye verdikleri anlam farklılıklarından söz etmiştim.
Üçüncü sorun, demokrasilerin “küçük savaşlarda” rakiplerinin dolaylı stratejilerini ve “zarar verme” kapasitesini yeterince ciddiye almamalarıdır.
Teknolojik ilerlemeler, askeri teknikleri öğrenme kolaylığı, sıradan insanların, hatta çocukların, kolaylıkla gaddar savaşçılar haline dönüşmesine ve etkili eylemler yapmasına imkân veriyor. Üstelik gündelik hayatta kullanılan çok sayıda malzeme, etkili birer saldırı aygıtına dönüşebiliyor. Cep telefonundan suni gübreye, mutfak tüplerinden mazota kadar. Türkiye örneğinde dağılan Irak ve Suriye ordularından geride kalan binlerce ton askeri malzeme soruna çarpan etkisi yapıyor.
Günümüzde devlet dışı aktörlerin askeri eğitim almaları kolaylaştı. İnternet üzerinden “uzaktan eğitim tekniği” ile silah kullanmayı öğrenmek mümkün. Bölgemizde moda olan, ucunun nereye gideceği belli olmayan“eğit donat kumpanyalarının” faaliyetleri ise ayrı bir konu. Tıpkı, IŞİD’e karşı savaşan PKK/PYD’ye bol keseden askeri malzeme ve eğitim yardımı sağlandığı gibi. Eğitilen, teçhiz edilen ve sahaya sürülen bu
Türkiye yeniden seçime gidiyor. Partiler, kamuoyu dikkatlerini seçime ve rakiplerine vermiş durumdalar. Öte yandan kadim Kürt sorunu, PKK eliyle yeni bir aşamaya gelmiş bulunuyor. Örgüt, terör saldırılarını, sokak eylemlerini, psikolojik savaşını geniş bir yelpazede sürdürüyor.
PKK benzeri örgütlerin “küçük savaşları” ile başı belada olan demokrasilerin bir dizi açmazı vardır. Milli gelir on bin doları geçmiş ise iş daha da zor demektir. Kitaba göre “zorluğu” beş başlıkta toplamak mümkün.
İlk olarak, tarafların “küçük savaşlara” yüklediği anlam değişiktir. Bu nedenle fedakârlık düzeyleri, anlayışları farklıdır. Türkiye örneğinde PKK’ya göre devam eden bir “ulusal kurtuluş” mücadelesi var. Bu bir savaş. Savaşta yapılması gereken fedakârlık üst düzeyde olmalı.
Kamuoyunu geneli ve devleti yönetenler açısından ise durum farklı. PKK ile mücadele, “savaş” değildir. Terörle mücadeledir. Bu nedenle, savaş hukuku söz konusu olmadığı gibi, kaynakların, zamanın, dikkatin çoğunun bu soruna tahsisi gerekmez.
Öte yandan, refah artışı, şehirleşme, küreselleşme toplumun değer yargılarını, önceliklerini ve beklentilerini hızla değiştiriyor. Ortada görünür bir düşman istilası olmadığı, ağır