İdlib yine tartışmaların merkezinde. Gelişmeleri farklı açılardan ele almak mümkün. En karmaşık gibi görünen husus ise tarafların siyasi ve askeri hamlelerinin nasıl okunacağıdır. Konuyu daha kolay anlamamızı sağlayacak olan husus, İdlib’in Rusya açısından ne anlama geldiğini doğru tespitle mümkün olabilir. Bu çerçevede İdlib Rusya için iki açıdan önemli. Birincisi, sona yaklaşan Suriye iç savaşında Esad ve müttefiklerinin zaferlerini ilan edecekleri sembolik hedef. İkincisi, Türkiye-Rusya ilişkilerinin en kırılgan, en zayıf ve çetrefil konularını bünyesinde barındırmasıdır.
Dokuz yıldır süren iç savaşın sonuna yaklaştığımız bir gerçek. Askeri haritaya bakan Putin, Esad ve İran’ın sabırsızlandıkları kesin. Nitekim taktik ve operasyonel düzeyde önlerinde üç sorun kaldığını görebiliyorlar. Bunlardan ikisi başka bir yazıda ele alınmayı hak eden Fırat’ın doğusunda PKK/PYD ile Türkiye’nin varlığı. Üçüncüsü ise çokça konuştuğumuz İdlib. Bu bölge, Suriye iç
Milli Savunma Bakanlığı’nın açıklamasına göre Suriye de rejim askerleri TSK konvoyunu vurdu. Maalesef şehit ve yaralılarımız var. Cumhurbaşkanı Erdoğan saldırıya misli ile cevap verildiğini, verilmeye devam edildiğini ifade etti. Ardından da Rusya’nın bu işe karışmamasının gerektiğini söyledi.
Bu gelişmeler bize, zaten karakter değiştiren İdlib sorununun yeni bir safhaya geldiğini gösteriyor. Esad, Rusya ve İran’ın desteği ile İdlib’de önemli ilerleme sağladı. Rusya her ne kadar, ateşkes konusunda her kriz sonrası Türkiye’nin taleplerine “evet” dese de, verdiği mesajda net oldu. 2018 Soçi anlaşmasının önemli maddelerinden olan M 4 ve M 5 karayolu ulaşıma açılmadıkça ve İdlib’de yerleşik “teröristler” temizlenmedikçe rejimin askeri harekâtına verdiği desteği sürdüreceğini yapılanları “meşru” olarak tanımlayacağını her fırsatta dile getirdi.
Bu çerçeve de Rusya ve rejimin politik hedefi net. Haliyle coğrafya olarak kolayca tarif edilebiliyor. Esad’ın ordusu nereleri ele geçirmesi
Virüs salgını Çin’i ekonomik ve psikolojik olarak sarsmaya devam ediyor. Gelişmelere bakınca, sorun bir süre daha devam edecek gibi görünüyor. Ancak kısa süre sonra dünya ve Çin yeniden gerçek gündeme dönecekler. Bu gündem, uzun süredir devam eden ABD-Çin rekabeti olacak. Özellikle de ticaret savaşı, teknolojik rekabet, istihbarat ve askeri rekabete dair tartışmalara döneceğiz. Çünkü ABD’nin sınırlandırmaya çalıştığı ve ikili mücadelenin sembolü haline gelen Huawei teknoloji şirketi, ABD’nin kadim müttefiklerini “ayartarak” cephe değiştirmeye ikna etmiş görünüyor.
Sovyetler Birliği’nin ABD ile giriştiği yarışta geride kalma sebeplerinden biri de bilgisayar teknolojilerinin ne gibi sonuçlar yaratabileceğini öngörememesi ve gelişmelere ayak uyduramayarak geride kalmasıydı. Bu tecrübe, ABD-Çin teknolojik rekabetinin en önemli motivasyonu olarak okunabilir. Çünkü iki taraf da tartışılan teknolojinin yaratacağı yeni fırsatları ve riskleri görebiliyor.
AB
Ortadoğu kaynamaya devam ediyor. “İran-ABD gerilimi sıcak bir çatışmaya dönüşür mü?” sorusu sıkça soruluyor. Irak’ta gösterilerin ardı arkası kesilmiyor. Ara sıra ABD Büyükelçiliği’nin bulunduğu bölgeye havan, roket saldırıları yapılıyor. Yemen’de çatışmalar sürüyor. Çatışmalar sürse de Afganistan gündemden düşmüş görünüyor. Suriye ise bildiğiniz gibi. Fırat’ın doğusunda çatışmalar, patlamalar meydana geliyor. İdlib’de Rusya desteğinde rejim askerleri ilerliyor. Yollara düşen siviller Türkiye sınırına doğru hareketlenmiş durumdalar. Bu arada Libya’da da olaylar sıcaklığını koruyor. Ateşkes umudu oldukça zayıf.
Belki dikkatinizi çekmiştir. Listede Ortadoğu’nun kadim Filistin-İsrail sorunu yok. Ancak gelişmelere bakacak olursak, çok yakında sorun yeniden listenin başına tırmanacak gibi görünüyor. Trump, özel temsilcisi damadının uzun zamandır üzerinde çalıştığı, Filistin-İsrail barışını hedefleyen “Yüzyılın Anlaşması’nın”
Kimi uzmanlara göre, Türk dış politikası askeri bir karaktere bürünmüş görünüyor. Bu tezi dillendirenler Türkiye’nin ülke dışındaki askeri faaliyetlerine dikkat çekiyorlar. Gerçekten de Türkiye, farklı askeri karakterdeki güçlerini çeşitli alanlarda aktif olarak kullanıyor, her fırsatta gücünü sahaya yansıtıyor.
Örneğin, TSK Suriye’de iki farklı fonksiyon üstlenmiş görünüyor. Fırat’ın doğusunda PKK/PYD ile mücadeleye devam ediyor. Batısında ise, hem güvenlik hem de “barışı koruma/gözetleme” görevinde.
Öte yandan, Türk Donanması da aktif olarak Doğu Akdeniz’de ekonomik çıkarlar için bayrak göstermeyi sürdürüyor. Bu görevin önemli bir parçası olan Libya’da da gündem her geçen gün askeri boyut kazanıyor. Tüm bu faaliyetler sadece TSK’dan değil, MİT’ten, jandarmadan, polisten, hatta güvenlik korucularından müteşekkil, oldukça karmaşık kuvvet kompozisyonuyla yürütülüyor.
Libya’nın geleceğinin konuşulduğu Berlin toplantısı bitti. Toplantıya dört uluslararası örgüt ve on iki devlet katıldı. Yunanistan gibi davet edilmeyen mutsuz ülkeler ile Suudi Arabistan gibi dışişleri bakanı seviyesinde katılımcıların toplantıyı gölgelemeleri beklenmiyordu. Sonuçta 55 maddelik bir metin ortaya çıktı. Şimdi akıllarda bir dizi soru olmakla birlikte, bu aşamada, toplantıyı önemli bir gelişme olarak görmek gerekir.
Katılımcılar kalabalık ve anlaşma metni de oldukça uzun. Uzunluk sorunun önemi ve karmaşıklığıyla ilgili. Ateşkesin nasıl olacağından silah ambargosuna, dış müdahalelere son verilmesinden silahlı militanların dağıtılmasına, ekonomiden siyasi sürecin yürütülmesine kadar bir dizi konuyu kapsıyor. İmzacılar hem anlaşma metninin geleceğini hem de muhtemel gelişmeleri birbiriyle ilgili şu dört başlık çerçevesinde ele almış olmalılar.
Libya hatırı sayılır büyüklükte bir ülke. Yüzölçümü neredeyse Türkiye’nin iki buçuk katı ancak nüfusu 6.5 milyon civarında. Akdeniz’e uzunca bir
Türkiye’nin güney komşuları her zamanki gibi karmakarışık. İran, Irak, Suriye ve Lübnan bunlardan bazıları. Bugünlerde Libya hızlı bir şekilde gündeme yerleşti. Liste uzayınca haliyle bazı sorunlar gündemden düşerken, bazıları da karakter değiştirerek yeniden ortaya çıkıyor. Bunun en tipik örneğinin İdlib olduğunu söyleyebiliriz.
Her ne kadar İdlib, geri planda Esad hükümetinin sorunun gibi görünse de, tartışmalar ve açıklamalardan işin sahibinin daha çok Türkiye ve Rusya olduğunu söyleyebiliriz. Mevcut tablo, açıklamaların tersine, bu “taktik” sorunda işlerin görünenden farklı ilerlediğini ortaya koyuyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Rejimin artan saldırılarından kaçan ve sayıları 400 bini bulan İdlibli kardeşlerimiz” konusunda kaygılı/öfkeli olduğunu gizlemiyor. Nitekim “Ateşkesin sınırlarımıza yığılan 400 bin insanın evlerine dönmesini sağlayacak şekilde yürütülmesi şarttır” demekte. Ardından, “Gerekirse rejimin ateşkesi bozma girişimlerini bizzat önlemekte kararlıyız” diye
ABD ordusunun/istihbarat örgütlerinin General Kasım Süleymani’yi öldürme kararı alırken olası sonuçları üzerinde kafa yormuş olmaları gerek. Muhtemelen, en büyük tartışma İran’ın bu saldırıya vereceği cevap ve sonraki hamleydi. Ancak araya giren Ukrayna uçağının düşürülmesi hadisesi bazı şeyleri değiştirmiş gibi görünüyor. Gelişme İran’ı zor durumda bırakırken, böylesi ortamlarda her şeyin planlandığı gibi gitmeyebileceğini bir kere daha göstermektedir.
İran saldırıya, “kontrollü ve sıfır zayiatı esas alan” bir cevap verdi. Bu İran’ın “stratejik” hesaplarını ve içinde bulunduğu psikolojiyi göstermesi açısında oldukça öğreticiydi. Normal koşullarda suikast ABD’yi zor durumda bırakacak, İran’ın cevabı ise göreceli olsa da “meşruiyet” sınırları içinde kalacaktı. Nitekim tartışmalar bu yönde ilerlemekteyken iken Ukrayna yolcu uçağı düşürüldü. Tüm tartışmalar gölgede kaldı ve facia gündeme egemen oldu.
Bu hadise birkaç