Kimi uzmanlara göre, Türk dış politikası askeri bir karaktere bürünmüş görünüyor. Bu tezi dillendirenler Türkiye’nin ülke dışındaki askeri faaliyetlerine dikkat çekiyorlar. Gerçekten de Türkiye, farklı askeri karakterdeki güçlerini çeşitli alanlarda aktif olarak kullanıyor, her fırsatta gücünü sahaya yansıtıyor.
Örneğin, TSK Suriye’de iki farklı fonksiyon üstlenmiş görünüyor. Fırat’ın doğusunda PKK/PYD ile mücadeleye devam ediyor. Batısında ise, hem güvenlik hem de “barışı koruma/gözetleme” görevinde.
Öte yandan, Türk Donanması da aktif olarak Doğu Akdeniz’de ekonomik çıkarlar için bayrak göstermeyi sürdürüyor. Bu görevin önemli bir parçası olan Libya’da da gündem her geçen gün askeri boyut kazanıyor. Tüm bu faaliyetler sadece TSK’dan değil, MİT’ten, jandarmadan, polisten, hatta güvenlik korucularından müteşekkil, oldukça karmaşık kuvvet kompozisyonuyla yürütülüyor. Dahası, sivil toplum örgütleri ya da ÖSO gibi gruplar da tabloya dâhil olabiliyor.
TSK, çatışma ihtimalinin az olduğu/olmadığı bölgelerde de dış politikanın etkili parçası olarak farklı görevlerde. Somali’den Katar’a, Afganistan’dan Balkanlar’a kadar uzunca bir liste var. Dahası, eğer Türkiye-ABD ilişkilerinden ya da Türkiye-Rusya ilişkilerinden söz ediyorsanız yine akla gelen ilk konu TSK ile ilgili. S-400 hava savunma sistemleri ya da F-35 uçakları gibi.
Liste böyle uzayınca, akıllara Türkiye’nin sorunları yönetmek/çözmek için diplomatik alanda yoğun biçimde askeri güç kullandığı fikri geliyor. Elbette bu kararın, seçimin müsebbibi tek başına Türkiye değil. Bu, Arap Baharı sonrası yeni bir boyut kazanan politik/güvenlik eko sisteminin ruhuna uygun bir tepki yöntem ve araç seçimi.
Türkiye’nin güney sınırlarında ortaya çıkan çatışmalı kara deliğin ülkeyi içine çekme potansiyeli kolaylıkla görülebiliyor. Dahası, bu kara delik, karakteri icabı varlığını uzun yıllar koruyacak potansiyele sahip. Çünkü devletlerin çöktüğü, bölge veya devlet dışı aktörlerin cirit attığı bir ortamdan söz ediyoruz. Etnik, dini mezhepsel, düşük yoğunluklu, hibrit çatışmaların ve vekâlet savaşlarının hüküm sürdüğü bir dünyada, geleneksel “diplomasi” tek başına yeterli olmayabiliyor. Bu nedenle, askeri gücün farklı özellikte sahaya yansıtılması Türkiye’nin seçiminden çok koşulların zorlaması olarak görülmeli.
Zayıf liderlerin, çatışan çıkarların hâkim olduğu bir dünyada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın belirlediği strateji oldukça cesur ve riskli görülebilir. Ancak dış politikanın odaklandığı güvenlik stratejisi uyumlu iç ve dış unsurlardan oluşuyor. Örneğin PKK ile mücadele içeride iyi istihbarat ve yoğun teknolojiye dayalı yürütülmekte. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun içselleştirdiği siyasi destek bu tabloda çarpan etkisi yaratırken, kuvvet tasarrufu ve moral üstünlüğü sağlıyor.
Dışa dönük güvenlik stratejisinin ağırlık noktası ise sınırların dışına, deplasmana taşınmış görünüyor. Harekât bölgeleri birbiriyle uyumlu, küçük parçalardan oluşuyor. Irak sınırı ya da farklı karakterde Suriye’de devam eden operasyonlar gibi. Sonuçta, hiçbir alan tek başına siyasi veya stratejik ölçekte sonuç doğuracak ağırlıkta/nitelikte değil. Operasyonlar askeri ölçek olarak taktik seviyeye indirgenmiş durumda. Kamuoyuna yansıması ise politik seviyede görünüyor. Sonuçta, Türk halkının sevdiği, etkili, birleşik, heyecanlı ve iyi bir hikâyemiz olduğu görülüyor.