Başta Almanya olmak üzere birçok Avrupa Birliği üyesi ülke Türkiye’ye karşı tarihte hiç olmadığı kadar “anlayışlı, nazik ve kibarlar”. Örneğin PKK operasyonları hakkında konuşmuyorlar ve sessizliklerini koruyorlar.
Bu tutum değişikliğinin nedeninin “düzensiz mülteci” sorunu olduğu sır değil. Kuzey Afrika ve Türkiye’den yola çıkan ve Avrupa sınırlarına yığılan “düzensiz mülteciler” (AB resmi olarak seçer alırsa düzenli) tahminlerin çok ötesinde paniğe neden oldu. AB derin bir krizle karşı karşıya kaldı. Görüşmeler sonunda, Türkiye cephesinde, şimdilik, işler kontrol altına alınmış gibi görünüyor.
Mülteci akını Avrupa Birliği’nin ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal, ahlaki ve güvenlik dengelerini bozdu. Birliğin zayıflıkları ve zaafları ortaya saçıldı. En zayıf noktanın güvenlik olduğu görüldü. Özellikle de Avrupa’dan Suriye’ye giden “yabancı terörist savaşçıların” çokluğu, Fransa ve Belçika’da DEAŞ’ın gerçekleştirdiği terörist saldırılar paniği daha da artırdı. Teröristlerin mülteciler arasına karışma ihtimali ise korkuyu daha da artırmaya yetti.
AB üyesi ülkeler sorunla hep birlikte mücadele etmek yerine, her üye kendi başının çaresine bakmaya yeltendi. Bu tutum
İsviçre’nin Cenevre kentinde yürütülen Suriye görüşmeleri Esad hükümet temsilcileri ile muhalif grupların birbirlerini suçlamalarının arından yine dağıldı.
Ateşkes boyunca Esad rejimi Halep civarında saldırılarını sürdürürken, ihlallerde de artış olduğu gözden kaçamadı. Ateşkesin tamamen çökmesi halinde ise savaş şiddetini artırırken yeni mülteci dalgası da ortaya çıkacaktır. Elbette bunlar Türkiye için de iyi haberler değil.
Nitekim Suriye tarafından atılan çok sayıda roket ve mermi Türk tarafına düşmeye devam ediyor. Atışlar sadece maddi değil, aynı zamanda can kaybına da neden oluyor. Salvoların kaynağı Türkiye’nin desteklediği ılımlı muhalefetle DAEŞ arasındaki çatışmalar.
ABD, DAEŞ’in boşaltacağı alanların PKK/PYD’ye teslim etmenin yollarını ararken, Türkiye ılımlı muhalifleri tercih ediyor. Müttefik ABD, pasif bir tutum takınarak, “Yapabilecek misin, bir görelim” taktiği izliyor.
Başbakan Davutoğlu, Strasbourg ziyaretinde yaptığı basın toplantısında Suriye konusuna da temas etti. Kilis’e düşen roket ve mermilerin devam etmekte olan çatışmaların sonucu olduğunu ifade etti. Çobanbey’in ılımlı muhalefet tarafından alındığını ve DAEŞ’i baskılamak için de Türk
Başbakan Davutoğlu, vize muafiyeti konusunda bazı olumsuz sinyaller olduğu iddialarıyla ilgili soruya, “Haziranda vize muafiyetini alacağız inşallah. Vize muafiyeti olmazsa sadece Türkiye kaybetmez, herkes kaybeder. Ama süreç ahde vefa anlayışı içinde işliyor” karşılığını verdi
STRASBOURG
Başbakan Ahmet Davutoğlu, “Vize muafiyeti olmazsa sadece Türkiye kaybetmez herkes kaybeder. Herkesin kazanması tek yolla olur; onlar vize muafiyetini, biz de geri kabulü uygulayacağız. Onlar vize muafiyeti vermezse, geri kabul anlaşmasını uygulamayacağız demektir. O zaman da mesele eski haline döner. Ama süreç güzel gidiyor, ahde vefa anlayışı içinde işliyor. Türkiye’de muhalefet, AB tarafında da aşırı akımlar sürecin çökmesini bekliyor” dedi
Başbakan Davutoğlu’nun Avrupa Konseyi’ndeki çalışmalarını takip etmek üzere Fransa’daydık. Davutoğlu’nun, gazetecilerle buluşmasında, gündemdeki konulara ilişkin açıklamaları şöyle:
VEKİL SAYIMIZ 12’DEN 18’E ÇIKTI: Avrupa Konseyi, Avrupa’nın en kapsamlı örgütü. Türkiye de kurucu üye. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’ndeki (AKPM) konuşmamda da zikrettiğim gibi, 12 Eylül darbesinden sonra üyeliğimizin askıya alınması söz konusu olmuştu. Türkiye genellikle
Cumhur-başkanı Erdoğan, iki gün önce yaptığı bir konuşmada terörün ülkemizin en önemli sorunlarından biri olduğunu ifade etti. Bu görüşe katılmamak elde değil. Çünkü Türkiye, diğer ülkelerden çok daha karmaşık ve ağır terör/terörler sorunuyla karşı karşıya bulunuyor. Bir yandan terör örgütlerinin hedefinde, öte yandan da terör örgütleri arasındaki çatışmalardan muzdarip. Eğer Türkiye, terörle uygun hızda ve etkili bir mücadele yürütmezse ağır ekonomik, sosyal ve siyasal bedeller ödeyecektir. İktidarda hangi parti olursa olsun bu sonuç değişmeyecektir.
Yukarıdaki ifadeler kötümser bir tahmin olarak görülebilir. Ancak şu bir gerçek ki küresel ve bölgesel gelişmeler, teröre bigâne devletlerin değil terör örgütlerinin lehine. Örneğin, sınır komşularımızın istikrara kavuşması, terör örgütlerinin faaliyetlerine izin vermeyecek devlet kapasitesi kazanması daha uzun yıllar alacak. Öte yandan, çeşitli nedenlerden dolayı uluslararası işbirliği yeterli düzeyde değil ve görünür gelecekte de olmayacak. Bu durumda terörle mücadelede de önceliği kendi kaynak, akıl, güç ve yeteneklerinize vermeniz gerekir.
Şimdilik Türkiye’de dört farklı terör örgütü/grubu faaliyet gösteriyor. Bunların
Suriye’de askeri, diplomatik ve politik işler yine karışık. Cenevre’de yeni tur görüşmeler için hazırlıklar yapılıyor. Esad rejimi halkın %60’nın yaşadığı kendi denetimindeki bölgelerde genel seçim için sandık kurdu.
Ateşkese rağmen silahlar susmuş değil. Özgür Suriye Ordusu, El Nusra, Suriye Demokratik Güçleri (siz onu PKK/PYD olarak okuyun) IŞİD, Esad rejimi birbiriyle savaş halinde. Rusya ve İran’ın desteğiyle rejim ordusunun Halep’i ele geçirmek için operasyona başlayacağına dair haberler sık sık medyada yer alıyor.
Bu arada çatışmalardan Türkiye de nasibini alıyor. Savaşan tarafların mermi ve füzeleri sık sık Türk tarafına düşüyor. Sivil insanları öldürmeye, yaralamaya devam ediyor. İlgililer sınır ziyaretlerinde sert mesajlar vermeye devam ediyorlar. Gün geçtikçe bu yakaya düşen füzelerle baş etmenin yolunun, sınır ötesi bir cephe hattı kurulmasına bağlı olduğuna inanmamızı ister gibiler.
Bu çerçevede akla PKK/PYD sorunu geliyor. ABD’nin “karadaki postalı” PKK/PYD ile ilişkilerinde bazı değişikliklerin olabileceğine dair ciddi emareler var.
Suriye iç savaşı başladığında PKK hariç diğer silahlı muhalif grupların hiçbirinin uluslararası bağı ve işbirliği
PKK gibi uzun süreli askeri-politik strateji izleyen bir örgütle mücadele ediyorsanız, bunun bir yönüyle “otorite olma” yarışı olduğunu bilmeniz gerekir. Bu çerçevede PKK ile devletin yarışı coğrafi alanların kontrolünden çok insanlar üzerinde sosyal kontrol sağlamak için yapılır. Başka bir ifadeyle, halkın kimi “meşru otorite” olarak gördüğü önemlidir.
Mücadele “zihinlerin” şekillenmesi üzerinden yürür. Özellikle de medyada, akademi dünyasında, bürokraside, sanal âlemde ve yüz yüze. PKK’nın hedefi, halka meşru otorite olduğunu göstermek ve kitlelerin kendisine itaat etmesini sağlamaktır.
Bunun yolu şiddet ve terörün yanı sıra, vaatten geçer. PKK’nın otorite olma isteğine aktif olarak karşı koyabilen, onu “suçlu gören” ve yerel halkın içinden gelen korucuların rolü bu nedenle stratejik öneme sahiptir. PKK, korcuların çözülmesini, görevini bırakmasını, toplumdan tecrit edilmesini sağlamak için sistematik olarak çalışır. Sadece terörle “cezalandırmaz”, aynı zamanda kesif bir propaganda savaşı yürütür.
PKK korucuların işlerini terk etmeleri için üç alana odaklanmıştır. Terör ve baskıyla korucuları yıldırmak. Yaptıkları işin önem, meşruiyet ve gerekliliğini propagandayla
Bu köşeyi takip edenler aşağıdaki duygusal metni okuyunca şaşırabilirler. Köşeyi bu gün hepimize yazılmış bir mektuba ayırdım. Tek kelimesine dokunmadım, yorum yapmadım. Yazanın ruh hali ve verdiği bilgiler ilgi çekici olabilir.
“Az önce Nusaybin’de verilen 33’üncü şehidimizin otopsi işlemelerini tamamladık, kefenledik, dualarla tabutuna ve morga koyduk. Rengini, içine koyduğumuz şehidin kanı gibi şüheda kanından almış al bayrağa sardık. Yarın Allah nasip ederse uğurlama törenini yapıp memleketine uğurlayacağız.
Bu operasyon nedeniyle her gün şehit haberlerini alıyorsunuz. Biliyorum, çoğunuzun umurunda değil ancak, ben gene de bilin istedim...
Burada, Çanakkale’de yaşanan muharebelerin bir benzeri yaşanıyor. Hatta daha da acıklısı.
Aynı evin bir odasında askerler, diğer odasında teröristler. Asker, “Teslim ol lan şerefsiz” derken, terörist de “Sen teslim ol TC’nin p...” diye cevap veriyor. Hani Gazi Mustafa Kemal, Çanakkale’nin nasıl kazanıldığını anlatırken “Mevziler arası 5 metre...” diye anlatmaya başlar ya, aynen yaşanıyor şu anda.
Daha da acıklısı; bu gün yaralananlar, yarın belki de siyasi bir manevranın gereği olarak, hayata dönüş operasyonu sonrası yargılanan
Tüm dikkatimizi Suriye ve Irak cephesine, IŞİD’e verdiğimiz bir dönemde, Azerbaycan-Ermenistan çatışması ön plana çıktı. Bunun bir sürpriz olduğu söylenemez. Ermeniler uzun yıllardır Azerbaycan topraklarını işgal altında tutuyor. Son zamanlarda cephe hattından gelen bilgiler çatışmaların ön habercisiydi.
Her ne kadar çatışmalar iki ülkenin orduları arasında sürüyor olsa da tablonun görünenden farklı olduğunu söylemek mümkün. Çok sayıda devlet ve devlet dışı aktör gerilimin ikinci halkasında yer almak suretiyle gelişmelere müdahil olmuş durumda. Tıpkı Soğuk Savaş’ın sona erdiği 1992-1995 döneminde olduğu gibi. Bu günü anlamak ve doğru analiz için yakın geçmişi kısaca hatırlamakta fayda var. Özellikle de Türkiye açısından.
Soğuk Savaş’ın sona erdiği, Sovyetler Birliği’nin çöktüğü 1990’lı yıllarda Kafkaslar ve Orta Asya Türkiye için yeni fırsatlar, Rusya, Ermenistan ve İran için yeni riskler demekti. Azerbaycan’ın bağımsızlığını kazanması Ruslar bakımından Kafkasya’da büyük bir gedik açılması anlamına geliyordu. Çeçenistan ayaklanması ve radikal İslami akımların etkilerini artırması ise bir diğer sorundu. Üstelik Hazar bölgesini ve Azerbaycan’ı merkeze alan yeni boru hatları