‘İntikam’, ‘Fatmagül’ün Suçu Ne?’de ve ‘Aşk-ı Memnu’da oldu-ğu gibi akıp gitmiyor ve en kötüsü ‘heyecan uyandırmıyor’; sanki hep bir zorlama, bir itekleme var
Beren Saat’e olan sevgimi ve hiçbir dizisini kaçırmadan soluksuz izlediğimi zaman zaman sizinle de paylaştığım oluyor. Eh haliyle ‘İntikam’ dizisi başladığından beri de izliyorum. Ama ilk başlarda kabul etmek istemesem de bu dizide cidden ‘yürümeyen’ bir şeyler var.
Dizide olan bazı olaylar inandırıcılıktan çok uzak geliyor izlerken.. “Acaba sadece bana mı öyle geliyor?” diye düşünüp izleyen eşe dosta da sordum; herkes aynı fikirde... Dizi, ‘Fatmagül’ün Suçu Ne?’de ve ‘Aşk-ı Memnu’da olduğu gibi akıp gitmiyor ve en kötüsü heyecan uyandırmıyor; sanki hep bir zorlama, bir itekleme var.
Mantığın almadığı olaylar silsilesi!
Babasının intikamını almak için gözü kara bir şekilde savaşan Derin’in en büyük yardımcısı rolündeki Hakan karakteri; bir bilgisayarın başına oturmuş her türlü gerçekleşmesi imkansız denecek zor şeyi iki tıkla saniyeler içinde hallediyor. Ve 1-2 kere değil, sürekli! Rüzgar ve kardeşi neredeyse hiç iş yapmayan kafeleriyle bir anda borçlarını kapatıp düzlüğe çıkıyor. Derin’in oturduğu
Şahsen ben Sevgililer Günü’nde gelecek bir hediyedense ‘hiç beklenmedik bir anda, alelade bir günde’ gelen sürprizi bin kere tercih ederim çünkü o ‘mecburiyetten’ değil, gerçekten ‘içten gelerek’ yapılmıştır
Özel günleri kutlamayı seviyorum ama ‘anlamlı’ olanları. Sevgililer Günü’yse dünyanın en saçma günü kanımca! Etrafta bir sürü kırmızı kalpler, çiçekler, böcekler, romantik ortamlar görmek ‘anti-romantik’ ruhumu daraltıyor!
Üstelik sevgilisi olana ayrı, olmayana ayrı dert! Eminim özellikle erkekler ‘Sevgililer Günü’nden hiç hoşlanmıyordur. Zira bu anlamsız günde kadın kısmı sevgilisinden iyi-kötü bir atraksiyon, bir çiçek, bir hediye illa ki bekliyor. Şahsen ben Sevgililer Günü’nde gelecek bir hediyedense ‘hiç beklenmedik bir anda, alelade bir günde’ gelen sürprizi bin kere tercih ederim çünkü o ‘mecburiyetten’ değil, gerçekten ‘içten gelerek’ yapılmıştır.
Sevgilisi olmayanlara gelince onlar da “Sevgililer günüm yalnız geçiyor” buhranı geçiriyorlar. İster istemez bir buruklaşıyor insan!
Kadına şiddeti protesto için dansa buyrun
Allah’tan bu sene Sevgililer Günü’nde çok önemli bir protestoya şahit olacağız, bu saçma tüketim günü hayırlı bir organizasyona vesile
Geçenlerde öyle bir uçak yolculuğu yaptım ki size mutlaka anlatmam lazım
Londra seferi yapan uçağa büyük bir hevesle bindik ailece. Bu tatili uzun zamandır beklediğimiz için neşemiz pek yerindeydi. Ta ki içerideki havayı soluyana kadar! Suratımıza gaz püskürtülse daha iyiydi! 300 küsür kişilik uçak o kadar kötü kokuyordu ki hemen atkı, mendil ne bulduysak ağzımızı, burnumuzu kapadık.
Oksijen tüpüm olmadan binmem artık!
Can havliyle hostese bu feci kokunun nedenini sorduğumda; uçağın Singapur seferinden az önce döndüğünü öğrendim. 10-11 saatlik bir yolculukla yüzlerce kişi getiren uçak hiç havalandırılmadan Londra yolcularını almış, içerinin halini siz düşünün! Böyle sağlıksız bir ortamda insan her türlü mikrobu kapabilir, şakası yok. Uçağa maskeyle binen Japonlara gülerdim ama adamlar gayet akıllıca davranıyormuş!
Zaten koltuklar küçücük, ön koltuk burnunuza çarpıyor neredeyse, otobüs koltukları bile daha lüks artık! Business Class’ta uçamayanlar hem sıkış tepiş oturup, hem de havasızlıktan fenalık geçirmeye mahkum mudur yani? Yemeklerin vasatlığından, tuvaletlerin pisliğinden bahsetmiyorum bile... Zira nefes alamamanın yanında bunların lafı bile olmaz!
Dönüş
Bugün tek bir konuyu yazmak yerine çoktan seçmeli bir kurgu yaptım. Buyurunuz
Malum bir ünlü boşanırken bu sürecin her anına şahit olmaya, karı-koca arasında yaşanan rezillikleri izlemeye milletçe alışkın olduğumuz için Ceyda Düvenci‘nin kimselere duyurmadan sessiz sedasız boşanmasına çok şaşırdım. Zira boşanma davasıyla bir anda popülaritesini patlatıp ‘star’ olanları bile gördü bu gözler! Düvenci, ayrılığını sakladığı gibi, ortaya çıktığında da eski eşini rencide etmeyen bir açıklama yaptı. Düvenci’ye büyük saygı duydum, helal olsun...
TARKAN’IN ŞOVU SADECE SAHNEDE!
Kimi şarkıcı pahalı arabasını, lüks hayatını, harcadığı paraları gözümüze sokarak şov yapar, kırk yılda bir birilerine yardım etmişse onu da mutlaka ulu orta anlatır ki herkes bilsin... Tarkan’sa, yıllardır yaptığı yardımların ‘gizli’ kalmasını ister, hayatını gözlerden uzak yaşar, şovunu sadece sahnede yapar! İşte onu bu kadar özel kılan özelliklerinden biri de bu.
‘YORUM YOK’UN ÜZERiNE TANIMAM
Dinlediğim ilk günden beri bayıldığım, dinlemelere doyamadığım için telefonuma zil sesi yaptığım ‘Yorum Yok’ şarkısının klibi ekranda. Erdem Kınay’ın ‘Proje’ albümü için Serdar Ortaç’ın söylediği; Erdem
Barış Manço’nun anısına onun stilinden ilham alarak tişört koleksiyonu hazırlayan Koton mağazasına koşarak gittim. Alışveriş yapanlara hem efsanevi sanatçının şarkıları, hem de Doğukan ve Batıkan Manço’yla yapılan keyifli röportaj kaydı eşlik ediyordu
Kadın tişörtlerinin hepsinden birer tane aldığım gibi (tişörtler kapış kapış satılıyor, hazır bulmuşken almamak olmaz) erkek koleksiyonundan da küçük beden bir tişört seçtim kendime; hani utanmasam çocuk tişörtlerinden de alacaktım! Aslında, “Acaba ileride olacak çocuğuma saklamak için birkaç tane alsam mı?” diye de düşünmedim değil!
Barış köşkü
Barış Manço tişörtlerimden birini geçirdim üzerime ve Moda’daki köşke doğru yola çıktım. Müzeye dönüştürülen köşk, her 31 Ocak gecesi geç saate kadar açık oluyor ve anma etkinlikleri yapılıyor. Sokağına girdiğiniz anda ışıl ışıl aydınlatılmış evden yayılan Barış şarkılarının yarattığı hissi anlatamam, yaşamak lazım.
İçeride resmen izdiham vardı, sanatçıyı anmaya gelen sevenleri sokağa taşıyordu. Doğukan Manço bir yandan DJ kabininin başında Barış şarkıları çalarken, bir yandan da onunla resim çektirmek isteyen herkese büyük sevgi göstererek tek tek ilgileniyordu.
Emniyetin son uyuşturucu operasyonunda gözaltına alınan ünlü isimler arasında beni en çok şaşırtanlar Çağatay Ulusoy’la Gizem Karaca oldu. Çok sayıda ‘genç insanın’ sevip hayran olduğu, takip ettiği iki oyuncunun uyuşturucu kullandığını duymak beni gerçekten üzdü
“Erken yaşta gelen şöhret insanı şaşırtıp yanlışa sürüklemiş olabilir” diye düşünenler vardır ama ben ‘sağlam karakterlerin’ hiçbir şart altında şaşırmayacağını düşünüyorum. Ne yazık ki anne-babalar, çocuklarını kontrol altında tutmak için arabalarına çip taksalar bile yetmiyor demek ki... Umarım birçoklarının arasından sıyrılıp yıldız olma yolunda ilerleyen bu parlak gençler yanlış yoldan hemen dönerler.
Öte yandan keşke yakalanan isimler gizli tutulsa ve deşifre olmasalar... Hiçbirimiz hatasız değiliz ve yaptıkları bir hata yüzünden bu şekilde gündeme getirilmelerini de üzücü buluyorum. Şöhretin bedellerinden biri işte.
EBRU GÜNDEŞ BiR BAŞKA
Yıllar yılıdır Ebru Gündeş’i canlı dinlemek isterdim ama bir türlü kısmet olmamıştı. Nihayet cumartesi akşamı kendimi Günay’a attım dostlar! Ve tam tahmin ettiğim gibi o gürül gürül çağlayan muhteşem sesini ilk duyduğum anda bütün tüylerim ürperdi. 8 kişilik masamızda
Zaman zaman hayatın rutininden ve yaşadığım şehirden uzaklaşmak bana gerçekten çok iyi geliyor. Hele fırsat bulup da kendimi İstanbul’dan sonra en sevdiğim şehir Londra’ya attım mı değmeyin keyfime...
Birazdan bu her geldiğimde beni mutluluk ve huzurla dolduran şehirden ayrılacak olsam da burada geçirdiğim bir hafta içinde enerji, moral ve tekrar İstanbul’daki bol koşturmacalı hayatıma ayak uyduracak gücü topladım.
Londra’ya geldiğimde müzikal izlemek hayattaki en büyük zevklerimden biri ve bu kez izlediğim müzikal şimdiye kadar gördüklerimin arasında en iyilerinden biriydi. Whitney Houston ve Kevin Costner’ın başrolünde oynadığı ‘The Bodyguard’ filminin müzikal versiyonunu izlerken ağzıma sinek kaçmadığı için şükrediyorum, zira hayranlıktan beş karış açılan ağzımı bir an olsun kapatamadım! Baştan sona her dakikası ayrı güzel ve etkileyiciydi.
Bir yandan etkilenirken, bir yandan içten içe üzülmeme de engel olamadım. Adamlar öyle sahneler hazırlıyorlar ki; inanın filmde gördüğünüz sahnelerden ayırt etmek imkansız. Dekorların her biri birbirinden gerçek görünüyor, filmdeki dağ evinin aynısını sahneye kuruyorlar resmen! Suikast sahnesini birebir
Öğrencilerin yarı yıl tatili bu cuma başlıyor. Her sene olduğu gibi kayak merkezleri tatilci gençlerin en çok gittiği yerler olacak, öğrenciler dağlara akın edecek. Peki ne kadar güvendeler?
Okul yıllarımda ben de “Sömestir gelse de dağa gitsem” diye bekler dururdum. Bütün dönemin yorgunluğunu arkadaşlarımla, etraftaki yaşıtlarımla geçirmekten; bizim için hazırlanan onca eğlenceden, kayak veya snowboard yapmaktan daha çok istenecek ne olabilirdi ki?
Ama aynı düşüncelerle dağa koşan gençleri eğlence ve tatil kadar tehlikeler de bekliyor ne yazık ki! Bundan birkaç sene önce Uludağ’da kayarken kaybolan, uzun saatler sonunda ulaşılan üniversite öğrencisi Ümit Özgen’in ölümü (belki de bu vahim olay yaşandığında ben de Uludağ’da olduğum için) hala ilk günkü acısıyla aklımdan ve kalbimden hiç çıkmıyor. Geçtiğimiz seneyse Konaklı Kayak Merkezi’nde antrenman yapan genç kayakçı Aslı Nemutlu, pist kenarındaki tahta perdelere çarpıp boynunu kırarak yaşamını yitirdi.
Allah’a emanet kayak keyfi!
Diyeceğim şu ki; gençler kayak pistlerinde her an ‘hayati tehlike’ altında! Pistler, riskli bölgelerden belirgin şekilde ayrılmadığı, tabelalarla yön belirtilmediği için kaybolan,