Zaman zaman hayatın rutininden ve yaşadığım şehirden uzaklaşmak bana gerçekten çok iyi geliyor. Hele fırsat bulup da kendimi İstanbul’dan sonra en sevdiğim şehir Londra’ya attım mı değmeyin keyfime...
Birazdan bu her geldiğimde beni mutluluk ve huzurla dolduran şehirden ayrılacak olsam da burada geçirdiğim bir hafta içinde enerji, moral ve tekrar İstanbul’daki bol koşturmacalı hayatıma ayak uyduracak gücü topladım.
Londra’ya geldiğimde müzikal izlemek hayattaki en büyük zevklerimden biri ve bu kez izlediğim müzikal şimdiye kadar gördüklerimin arasında en iyilerinden biriydi. Whitney Houston ve Kevin Costner’ın başrolünde oynadığı ‘The Bodyguard’ filminin müzikal versiyonunu izlerken ağzıma sinek kaçmadığı için şükrediyorum, zira hayranlıktan beş karış açılan ağzımı bir an olsun kapatamadım! Baştan sona her dakikası ayrı güzel ve etkileyiciydi.
Bir yandan etkilenirken, bir yandan içten içe üzülmeme de engel olamadım. Adamlar öyle sahneler hazırlıyorlar ki; inanın filmde gördüğünüz sahnelerden ayırt etmek imkansız. Dekorların her biri birbirinden gerçek görünüyor, filmdeki dağ evinin aynısını sahneye kuruyorlar resmen! Suikast sahnesini birebir filmdeki gibi yaşatıyorlar... Ve bunları saniyeler içinde, izleyenin dekor değişimini fark etmesine bile olanak vermeyecek şekilde yapıyorlar. İster istemez bizim tiyatrolardaki dekorları düşünüyorum. Genelde tek dekor olur bizde zaten ama tut ki birkaç derme çatma dekor var; onlar da değişirken gacır gucur seslerini mutlaka duyarız! Dekoru geçelim, ışık oyunlarıyla yarattıkları görüntülere inanamazsınız! İnsanın izlerken ciddi anlamda ‘nutku tutuluyor’!
Bunlarınki sanatsa bizimki ne?
Müzikal oyuncularına gelince... Sahnedekilerin her biri bir dünya starı olacak kapasitede. Hele ki Rachel Marron’u canlandıran başroldeki Heather Headley’de bir ses var ki 7/24 beynimin içinde şarkı söylese bıkmam; öyle diyeyim! Olay sadece Allah vergisi ses de değil; o ses belli ki yıllarca eğitim görmüş, ince ince işlenmiş. Sanki bir müzik enstrümanı gibi kullanıyor sesini.
Muhteşem bir ses, dans yeteneği, oyunculuk performansı derken dört dörtlük ‘gerçek sanatçılar’ izliyorsunuz; başrolünden en ufak roldeki figüranına kadar... Bu dünya çapındaki muhteşem sanat olayını izlerken insan ister istemez düşünüyor: “Bunlar sanat yapıyorsa biz ne yapıyoruz acaba?” diye! Birbirinden başarılı sanatçılar Londra’nın bir tiyatro sahnesinde maaşlı olarak haftanın yedi günü çalışırlarken bizim memlekette ‘star’ gözüyle baktığımız bazı isimler aklıma geliyor. (Aklıma gelen isimleri az çok tahmin ediyorsunuzdur eminim!) Ve bizim milletin çocukları ses, eğitim, yetenek yoksunu ve buna rağmen egosu dağları delen, stüdyo teknolojisiyle dinlenebilir hale gelen bu ‘bazı’ şarkıcıları dinleyerek büyüyor. Londra’daki çocuklarsa gerçek sanatçıları dinleyerek...
Neticede onlardan sürekli olarak daha da iyi yetenekler çıkarken biz bir kısır döngü içinde dönüp duruyoruz. İşte ‘The Bodyguard’ın keyfini çıkarırken, içten içe de bunları düşünmek insanı kıskançlığa sürüklüyor ne yalan söyleyeyim!