Bu yaz okumaya niyetlendiğim kitaplarla ancak yazın sonunda buluşabildim, istediğim tatile de yeni gidebildiğim gibi. ‘Kocan Kadar Konuş - Diriliş’ kitabının filmi çekilmekte olduğu için, kitap okuma serime onunla başladım. Film vizyona girdiğinde hemen gidip görmek isteyeceğim çünkü, kitabı acilen bitirmem lazım.
Normalde kitabını okuduğum filmler eksik gelir bana, karakterler hayalimde canlandırdığım gibi çıkmaz, hikaye iyi işlenmez falan, hayal kırıklığına uğrarım. Ama başrolde Ezgi Mola ve Murat Yıldırım’ın olduğu efsane kadrolu ‘Kocan Kadar Konuş’un ilk filmi birebir yaşattı kitabı. Gülmekten koltuklardan düştüm izlerken... Tüm karakterler ‘cuk’ oturmuş, şimdi ‘Diriliş’i okurken hepsi kanlı canlı gözümün önüne geliyor.
Kitabın yazarı Şebnem Burcuoğlu ikinci kitapta da döktürmeye devam ediyor. Zekasına, esprilerine ve üslubuna bayılıyorum. Umarım arka arkaya kitap çıkarır hep, okurken insanda dert tasa kalmıyor, tek sıkıntı eğlenmekten yoruluyorsunuz! Ha bir de benim gibi rezil olabiliyorsunuz millete!
İki gıdım karizmanın yok oluşu!
Şöyle ki; geçen gün uçakta okuyordum ‘Kocan Kadar Konuş - Diriliş’i. Etraftakiler “Kendi kendine gülüyor manyak mıdır nedir?” demesin diye kendimi
Her yazın sonlarına doğru aynı konu sebebiyle bize ailecek sinir geliyor! Hangi gazeteyi açsak plajlarda “Magazincilere yakalandık, halbuki hiç haberimiz yok” ayağına öpüşen (ki hani ufak, anlık öpücüklere değil lafım, işin suyunu çıkarıyorlar!), öpüşmenin ötesine geçen, sanki yatak odasındaymış gibi davranan çiftlerle karşılaşmaktan bıktık.
Yahu bu denli bir aşk yaşama, sevişme moduna geçme zaten insan içindeki hiçbir yerde olamaz, ahlak kuralları diye bir şey var!
Ama bir de yazın en popüler plajı neresiyse orayı seçip, magazin muhabirlerinin orada bulunduğunu bile bile bunu yapmak rezilliğin önde gideni.
Hani maksat magazinde yer bulmak, nasıl olduğunun, hangi rezalet sebebiyle sayfaları süslediğinin hiç önemi yok. Bu sözde ‘yakalananlar’ın o haberlere büyük keyifle baktığına kalıbımı basarım!
Ar damarınız patlamış!
Yalnız bilin ki saygı duyulmaktan çok uzak bir haldesiniz, ar damarınız çatlamakla kalmamış tam anlamıyla patlayıp yok olmuş!
Hani toplumda yaşanan tüm gelişmelere rağmen günlük hayatlarımıza bir şekilde devam ediyoruz ya mecburen, ben artık edemiyorum. Verdiğimiz onca şehidimizi, arkalarından acılar içinde yanan ailelerini görmek hayatı yaşanmaz kılıyor. Şehitlerimiz huzur içinde uyusun ve artık şehit haberi almayacağımız günler gelsin lütfen...
Sokaklarda derisi kemiğine yapışmış, aç susuz, sefalet içinde gezen hayvanların sonu yok. Elimden geldiğince karşıma çıkanları yanımda taşıdığım mamalarla beslemeye ve plastik kaplarla önlerine su koymaya çalışıyorum ama üç beş tane değiller, hangi birine yetişeyim?
Herkes biraz duyarlı olsa, sokak hayvanları hiç yokmuşcasına yanlarından geçip gitmek yerine, yediği yemeğin artığını bir tanesiyle paylaşsa bile kaç masum canın karnı doyar...
Artıkları çöpe atmak!
Dışarıda yemek yediğim zaman tabağımda kalanları mutlaka paket yaptırıp, karşıma çıkan bir sokak hayvanına yediriyorum.
Geçenlerde Emirgan Sütiş’teydim. Kahvaltısını çok sevdiğim mekanda ilk kez akşam yemeği yedim, o da çok iyiydi. Zaten sabahtan gece yarısına kadar tıklım tıklım dolu olmasından belli.
Yemeğimi bitiremeyince garsona önce “Artıkları hayvanlara veriyor musunuz” diye sordum. “Hayır atıyoruz”
Bu yaz magazin gündemini meşgul eden konuların başında Bade İşçil - Malkoç Süalp çiftinin olaylı boşanması ve ardından devam eden gerginlikleri geliyor malum. Son olarak Süalp’in oğlunu doğru dürüst göremediğine, gördüğünde ise İşçil ve ailesi tarafından takip edildiğine dair isyanını duyduk.
Evliliklerde iki insan arasında her türlü anlaşmazlık ve sorun olabilir ama birbirlerinden nefret dahi etseler; ortada çocuk olunca, ana babanın da o çocuğa karşı sorumluluğu var. Kişisel hırsların, karşı tarafa olan kinin yüzünden çocuğunu kullanmak olacak şey değil. Babayı çocuğundan mahrum bırakarak cezalandırmaya çalışırken aslında en büyük cezayı çocuğa yaşatıyorlar.
Öte yandan onlarca örnek çift var, boşanmalarına rağmen sırf çocuklarının hatırına ailece görüşen, tatillere giden... Anne babalar kendi bencilliklerinden önce çocuklarının ruh sağlığını düşünmek durumunda. Marifet çocuğu yapmak da değil, onu huzurlu ve mutlu büyütmekte!
Yıllarca ‘Operadaki Hayalet’ müzikaline olan büyük sevgim sebebiyle ‘Cadde’deki Hayalet’ olarak, bu yılın başından beri de ismimle yazarak sizlerle buluştuğum köşemde, Türkiye’nin en köklü gazetelerinden Milliyet’in bünyesinde, kalitesiyle fark yaratan Cadde’nin bir parçası olmaktan her zaman büyük gurur duydum.
Cadde’nin hayatımdaki, kalbimdeki yeri hep çok büyüktü ama ‘gerçek bir aile’ olduğumuzu hissedişimiz sevgili Ali Eyüboğlu’nun yayın yönetmenimiz olmasıyla başladı. Bu konuda tüm ekip arkadaşlarımın benimle aynı fikirde olduğundan eminim.
Ali Abi geldiği ilk günden itibaren Cadde’yle birlikte hepimizi öyle bir sahiplendi, en ufak ayrıntılarına kadar her şeyin başında durarak, hepimizle tek tek ilgilenerek öyle bir ‘aile babası’ oldu ve bizlere onun için önemli olduğumuzu hissettirdi ki, onun gelişiyle Cadde’nin bütün havası değişti.
Hem aile, hem okul gibi...
Gazetenin koridorunda beni karşıdan her gördüğünde ellerini iki yana açıp gülerek “Bela geliyorum demez” deyişi, beni birine tanıtırken “Bu da ailemizin deli kızı” sözleri her aklıma geldiğinde beni gülümsetiyor, işimle ilgili her türlü sıkıntımda bir telefon uzağımda olduğunu bilmek güven veriyor. Ali Abi’yle çalışmak
Çocukluğun çocuk gibi yaşandığı son dönemlere denk gelen biri olarak, şimdiki şehir çocuklarına baktıkça kendimi çok şanslı hissederken; onlar için de gerçekten üzülüyorum. Sokaklarda mahalle arkadaşlarınla oyunlar oynayarak, ağaçlara tırmanarak, yaşıtlarınla yüz yüze iletişim halinde olarak geçmeyen bir çocukluk gerçek bir çocukluk mudur?
Ellerinden tabletleri almalı
Etrafıma bakıyorum, her çocuğun elinde bir tablet veya telefon, teknolojiye gömülmüş halde geçiriyorlar en tatlı yıllarını... Her biri teknoloji uzmanı gibi, biz yetişkinlerden çok daha iyi biliyorlar o aletleri kullanmayı. Peki ama insan ilişkileri? Sokaklarda düşe kalka koşup oynamanın keyfi? Saatlerce yıldızlara bakıp UFO’lar gördüğünü sanmanın
heyecanı? Bugünün şehir çocuklarında yok maalesef.
Geçenlerde kahvaltı yapmaya gittiğim köy evinden kurulmuş ufak bir işletmede, oranın sahibinin 6 - 7 yaşlarındaki oğluyla tanıştım. Ana - babasının eline tableti verip kendi haline bıraktığı çocuklardan olmadığı için çevresiyle iletişimi gelişmiş bir çocuktu. Saatlerce sohbet edip oyunlar oynadık birlikte. Uzun zamandır ‘çocukluğunu gerçek anlamda yaşayan bir çocuk’la karşılaşmadığımı fark ettim.
Şu tabletleri almalı şehir
Dünya üzerinde en çok beğendiğim erkekleri sorun bana... Enrique Iglesias’ı ilk üçte sayarım! Adamın hangi özelliğine bayılacağını şaşırıyor insan! Bugüne kadar yaptığı her şarkı ayrı olay, dinledikçe dinleyesim geliyor, üstelik yeryüzündeki en etkileyici seslerden biri kanımca. Sahip olduğu yüzlerce ödül müzikte ne kadar önemli ve başarılı bir adam olduğunun ispatı...
Fiziksel özelliklerden bahsedecek olursak, yok bahsetmeyelim en iyisi, anlatılır gibi değil! Önceki nesil babası Julio Iglesias’a hayrandı, şimdinin genç kızları ve kadınları da Enrique’ye hayran. Babadan oğula geçen bir padişahlık sistemi kurmuşlar adeta!
Enrique Iglesias aşkına konserdeyiz!
Ajandamda ağustos ayının en başına “19 Ağustos Enrique Iglesias konseri” diye kocaman not almışım. Aman o notu görünce bende bir heyecan bir heyecan! Vakit geliyor diye geri sayıma Ağustos’un 1’inden başladım! 2015 yazının en efsane ve unutulmaz akşamı olacak bu konser.
Üç sene önceki İstanbul konserini kaçırmıştım, bu sefer son dakikaya bırakmadan biletimi aldım. Zira Sex & Love turnesi kapsamında ayağımıza kadar gelecek olan Enrique’ciğimi dünya gözüyle görme şansını yine tepersem döner bir de kendimi teperim yeminle!
Biletler
Ana kuzusunun önde gideni olduğum için çareyi maaile aynı binada yaşamakta bulduk. İyi ki de öyle yapmışız zira geçenlerde annem ciddi bir tehlike atlattı ve köpeğimiz Simba, en yakın arkadaşım Lavuk Zatto ve ben evde olmasaydık ne olurdu, onu düşünmek dahi istemiyorum. Gece geç saatte iki arkadaş oturmuş film izlerken elektrikler kesildi. Birkaç saniye içinde jeneratör devreye girdi ama televizyonu açıp, filmi tekrar bulmaya üşenince son derece sessiz bir ortamda sohbete başladık.
Bir süre sonra ayağımın dibinde uyuyan Simba aniden uykusundan uyanıp deli gibi havlamaya başladı, bir yandan da kapıdan çıkmak için çırpınıyordu. Önce şımarıklık yapıyor sandım ama baktım ki susacağı yok, söylene söylene kalkıp açtım kapıyı. Açmamla annemin uzaktan gelen çığlıklarını duymam bir oldu. Meğer annem zifiri karanlık ve havasız asansörün içinde mahsur kalmış, hem de epey bir zaman. Saat çok geç olduğu için uyuyor olup onu duymayacağımızı, havasızlıktan boğulacağını düşünerek var gücüyle kapıları yumruklayıp, durmadan bana seslenmiş.
Dehşet yaşadık!
Allah kimseye annesinin imdat çığlığını duyacağı bir olay yaşatmasın, hayatımın en korkunç anlarındandı. İlk şoku atlattıktan sonra