Bizim ailede Fenerbahçe taraftarlarının sayısı fazladır, o nedenle çocukluğumda beni de Fenerbahçeli yapmak için büyük gayret verildi. Ama çocuk aklımla bile gönlüm sarı kırmızıdaydı ve daha o yaşlarda sevdalandığım Galatasaray’dan hiç vazgeçmedim.
Sevgilisine göre tuttuğu takımı değiştiren kız arkadaşlarımla da çok dalga geçerdim. Bir bakıyorsun Galatasaraylı, Beşiktaşlı oluvermiş, Fenerbahçeli, Trabzonspor’a geçmiş falan! Olacak iş mi yahu?!
Ha dersen ki “Ben takım tutmuyorum kardeşim, sevgilimle futbol keyfi yapıyorum”, ona sözüm yok. Ama diğer türlüsü çok komik geliyor.
En güncel örneğimiz Fahriye Evcen oldu. Önceleri Galatasaraylı olan oyuncu, şimdilerde sevgilisi Burak Özçivit’in tuttuğu Fenerbahçe’ye transfer olmuş. Eski fotoğraflarında Galatasaray forması giymiş, şimdikilerde Fenerbahçe forması! “Burak’ın tuttuğu takımı da destekliyorum” diyor.
Ben bu takım değiştirme olayını ömrü billah anlayamadım aa dostlar! İnsanın bir seçimi, bir duruşu olur ve o zırt pırt değişmez kanımca!
FENOMEN BAŞBAKAN!
Her şeyden yoruluyoruz ve sıkılıyoruz bazen... Büyük şehir hayatının stres, telaş ve karmaşalarından, her gün içinde sıkışıp kaldığımız trafikten, karşılaştığımız samimiyetsiz, ikiyüzlü, dedikoducu, başkalarının mutsuzluklarından beslenen insanlardan, kalabalıklardan ve gürültüden kaçıp gitmek istiyoruz.
Zaman zaman Riva yolu üzerindeki köylerin içinden geçip, olabildiğince basit yaşayan insanları izliyorum, öyle bir hayatın vereceği huzuru düşünüyorum, hayaller kuruyorum. Aynı şeyleri hisseden o kadar çok kişi görmeye başladım ki son zamanlarda...
Ancak neticede hepimiz buradayız! Ailemizi, işimizi gücümüzü, yerleşmiş düzenimizi bırakıp hiçbir yere gidemiyoruz. Temelli gitmeyi bırakın, tatil planları bile plan olarak kalıyor çoğu zaman. Hızla akan bir suya kapılmışız ve kafamızı o sudan çıkaramıyoruz!
Cesaret ve iradenin yolculuğu
İşte tam da bu sebepten, Angela Maxwell’in hikayesinden fazlaca etkilendim. Amerikalı kadın içinden gelen ‘tek başıma uzaklara gitsem’ düşüncesini çoğumuzun yaptığı gibi bastırmak ve rutin hayatına devam etmek yerine, tüm hayatını değiştiren keskin bir karar almış. 1.5 yıl önce her şeyi geride bırakarak dört kıtayı kapsayacak ve beş yıl sürecek bir
Doğuş’un ne şarkıları vardır hiç eskimeyen, her dinleyişte aynı keyfi veren... Yedi yıl aradan sonra çıkaracağı geri dönüş albümünü merak ediyordum. Ortak çevremizden “Efsane bir albüm geliyor” yorumlarını duydukça ve her şeyin ne kadar büyük titizlikle hazırlandığına şahit oldukça daha da sabırsızlandım.
Yeni albüm ‘Aklında Bulunsun’ ve büyük bir kartonet formatındaki, Doğuş’un dev fotoğrafıyla süslü basın bülteni günlerdir çalışma masamın baş köşesinde duruyor. Yani çalışırken her gün Doğuş’la karşılıklı oturuyorum! Maalesef ülkece yaşadığımız kara günler nedeniyle düşüncelerimi sizinle paylaşmak bugüne kısmet oldu.
Her şeyden önce, farklı formattaki basın bülteni ve son dönemde neredeyse hiç görmediğimiz kalınlıktaki albüm içi kitapçığı beni çok etkiledi ve eski günlere götürdü. Eskiden bir albümü aldım mı, içindeki kitapçığı uzun uzun incelemeye bayılırdım. Ama hiç haz etmediğim teknolojik gelişmelerle birlikte, müzik dünyası dijitale kayınca böyle özenle hazırlanmış, kalın kitapçıklar da tarihe karıştı. ‘Aklında Bulunsun’un bana yaşattığı bu nostalji duygusuna bayıldım!
Çıktığı gibi esmeye başladı...
Çıkış şarkısı ‘Beyazı Kırmızıya Vurun’ çıktığı gibi tüm
Levent Kırca’nın vefat haberini duyduktan sonra bilgisayar başına oturup çocukluğuma dair hatıralarımın arasında büyük yeri olan ‘Olacak O Kadar’ın bölümlerini izledim.
İzlerken o günlere döndüm, ‘Olacak O Kadar’ı heyecanla beklediğimiz, ailece güle eğlene izlediğimiz, okulda arkadaşlarla uzun uzun sohbetini ettiğimiz günlere...
Ülkemizde siyasi mizaha anlayışla yaklaşıldığı, Levent Kırca - Oya Başar’ın tüm Türkiye’yi hem gülmekten kırıp geçirdiği, hem de her skeçleriyle, sahneye koydukları her tiyatro oyunuyla büyük mesajlar verdikleri, siyasette ve gündemde halkı rahatsız eden her ne konu varsa işledikleri için izleyicilerin içinin ferahladığı günlere...
Çocukken annemin yanında ‘Olacak O Kadar’ın dev stüdyosuna ilk gidişimi hatırlıyorum. Oya Başar ve Levent Kırca’yı kanlı canlı karşımda gördüğümde heyecandan dilim tutulmuştu. Çocukluğumun en büyük olaylarından biri olarak anılarıma dahil oldu o gün. Annemle Oya Abla’nın çok yakın dost olacağını, benim de onlarla sık sık vakit geçirip hem Levent abiyi, hem Oya ablayı yakından tanıyacağımı, gün gelip ilk gördüğümde dilimin tutulduğu Oya Başar’a ‘ikinci annem’ diyeceğimi bilmiyordum o gün...
Bazı insanlar ölümsüzdür
Aradan yıllar
Profesör Aziz Sancar, kimya dalında aldığı Nobel Ödülü’yle Türkiye’ye büyük ve unutulmaz bir gurur yaşattı. Bu gururun tadını doyasıya çıkarmak varken; vatanını, milletini ne kadar çok sevdiğini sürekli dile getiren, Atatürk’ün resminin önünde Türk bayraklı tişörtüyle poz veren, “Anavatanıma minnettarım” diyen bilimadamımızın etnik kökenine laf edenlerin, “Türkiye’de çalışsaydı Nobel alması zordu, Amerikan sistemi başka” diye atıp tutanların haline gülmek mi lazım, ağlamak mı bilemiyorum!
Sancar’ın tıp fakültesinden sınıf arkadaşı Türkiye’nin en önemli beyin cerrahlarından Doktor Cengiz Aslan’dan dinledim değerli profesörümüzü...
“Onun başarısının sırrı 1963’ten beri hiç durmadan çalışmasıdır. Zekası ve kapasitesi olağanüstüydü, insanı deha yapan sistem değildir. Her Amerika’ya giden Nobel mi alıyor?” diyen Aslan, “Her sınıfın birincisi olur, Sancar ise birinci ötesiydi. Derslere konuları önceden bilerek gelir, hocalarla bilimsel tartışmalara girerdi. Bu duruma önceleri şaşıran hocalar zaman içinde, ‘Hemfikir miyiz Aziz Bey, geçelim mi konuyu?’ diye ona takılmaya başlamıştı. 18 yaşındayken bile çok ciddi ve ağırbaşlıydı. Yardım etmeyi sever, anlamadığımız konular olduğunda
Son dönemde çok sevdiğim, benim için büyük kıymeti olan bazı yakınlarımın kansere yakalanması, gün geçtikçe çok daha sık karşılaştığımız hastalıkla yakından ilgilenmeme, bu konuda daha çok bilgi sahibi olmama neden oldu. Kanser hastalarından en çok duyduğum doktor isimlerinin arasında Prof.Dr. Nil Molinas var.
Bir kadın doktorun, böylesi ciddi ve tehlikeli bir hastalığın tedavisinde yıldızlaşması gurur verici... Onun için internette yazılan yorumlara da baktım; tamamı büyük bir hayranlık ve takdir içeriyor. “Türkiye’nin en başarılı onkoloji uzmanlarından... İşi başından aşkın olmasına rağmen hayat enerjisiyle dolu, hastalarına nasıl umut ve moral dağıtacağını bilen dört dörtlük insan... İnsanlığın doktorluğa ve onkolojiye yansıması... Varlığına şükredilecek doktorlardan... Tıp konusundaki tartışılmaz uzmanlığının yanında hastalara inanılmaz bir manevi destek sunan, insanı hayata bağlayan, pozitif enerji veren profesör...” şeklinde sürüp gidiyor yapılan yorumlar.
Hastanın morali o kadar önemli ki...
Kanser hastası olan yakınlarımdan çok iyi biliyorum ki; bu hastalığı yenme yolunda sahip olunması gereken en önemli şey moral. Ve maalesef bazı doktorlar hastalarına moral
Türkiye’nin en kıymetli ve ölümsüz efsanelerinden Barış Manço’yu ve onun bize kattıklarını birkaç cümleyle anlatabilmek imkansız, aynen ona olan sonsuz sevgimi ifade etmemin imkansız olduğu gibi!
Ben çok şanslı bir çocuktum, ‘Adam Olacak Çocuk’ programının ekranda olduğu, Barış Manço’nun hücrelerime işlediği bir çocukluk geçirdim. Ona olan sevgim yıllar geçtikçe benimle birlikte büyüdü. Hâlâ sesini her duyduğumda büyük bir özlemle gözlerim dolar... O her şarkısında bize başka başka hayat dersleri veren büyülü sesten daha etkileyicisi yok bu dünyada, olmayacak da...
Manço’nun bize bıraktığı 80 şarkı sözü, sanatın farklı kollarından gelen sanatçıların eserleriyle birleştirildi şimdi. ‘Sözler: Barış Manço’ projesi, bir kitap ve kitaptaki eserlerin yer aldığı sergiden oluşuyor.
29 Ekim’e kadar sürecek olan sergi mutlaka görülmeli, özellikle de onu tanıma şansı bulamamış şimdiki çocuklar görmeli ki Manço efsanesi, bize bıraktığı tüm değerlerle nesilden nesile sürsün.
“İnsanlar güçsüz oldukları için değil, çok uzun zamandır güçlü oldukları için ağlar” diye bir söz gördüm. Aklıma kazılı kaldı, gerçekten çok doğru. Özellikle de benim gibi her daim güçlü durmayı kendine ilke edinenler için... O keyifsiz günümde saatlerce ağlamaktan yorgun düşmüştüm. Beyoğlu - Asmalımescit tarafında bir görüşmem vardı, güç bela onu atlatıp biraz nefes almak için sokaklarda yürümeye başladım. O anda çıktı karşıma ‘SahrapPera’... Kenarından çiçekler sarkan sevimli terası, cıvıl cıvıl görüntüsüyle beni kendine çekti. Terasa oturdum ve zengin menüsünden ne zamandır canımın çektiği mantıyı ısmarladım. Utanmasam mantının tabağını yalayacaktım dostlar, öyle bir lezzetliydi!
Ben mantıyla aşk yaşarken içeri bir pozitif enerji huzmesi girdi! İçimi ısıtan sesiyle, hemen arkamda duran vantilatörü çalıştırmasını rica etti garsondan, sonra masamın yanında durdu ve bana İngilizce olarak “Rahatsız olur musunuz vantilatörden” diye sordu. Kafamı kaldırdığımda karşımda Sahrap Soysal duruyordu! Türkçe cevap verince; “Buraya çok turist geliyor, sizi de turist sandım” dedi tatlı tatlı gülerek.
Yemekleri anlatılmaz yaşanır!
Bilmeden Sahrap Soysal’ın birkaç ay önce açtığı restoranına