Öyle olaylar duyuyoruz ki artık, insanların birçok şey gibi aşka da güveni ve inancı kalmadı. Son günlerde Sıla’yla Ahmet Kural’ın büyük aşkla başlayan beraberliğinin, olabilecek en kötü noktaya taşındığına şahit olmaktayız. Arkasından eski milli futbolcu Emre Aşık’la eşi Yağmur’la arasında yaşananlar, skandal boyutlara taşındı. Emre Aşık, üç çocuğunun annesi olan eşine ‘boşanma’ ve ‘iffetsizlik’ davası açtı. Hadi boşanmayı anladık da bu bombardıman nedir; “Eşim fuhuştan sabıkalı, 2011’deki ‘Barbie’ fuhuş operasyonunda şüphelidir. Bu yüzden adını Yağmur olarak değiştirdi. Dolandırıcılık ve para aklama gibi suçlara karışmıştır. Uyuşturucu kullanıyor, çocuklarımızı dövüyor...” Yahu 2012 yılında evlenmişsiniz, altı yılda üç çocuk sahibi olmuşsunuz, 2011’deki fuhuş operasyonu suçlaması ne mana? Madem böyle bir durum vardı, niye evlendin? Daha sonra duyduysan niye bu zamana kadar bekledin?
Yağmur Aşık deseniz; eşini ‘yaralama, işkence ve eziyet’le suçlarken, yanına bir de ‘FETÖ’cü olduğunu ekliyor ki, hapis de devreye girsin, intikam tam olsun. Birbirinize yaptığınız suçlamalar doğru mu yanlış mı, yargı ortaya çıkaracak. Boşanma dilekçelerinde, gerçekle alakası olmayan saçmalıkların
Hayat öyle garip ki, pozitif duygularla başlayıp güzel geçeceğine inandığın gününü bir anda altüst ederek seni kedere boğabiliyor. ‘Hayatınız sizin kontrolünüz altındadır’ düşüncesiyle de dalga geçiyor sanki… Çünkü bir bakıyorsun ki, getirdikleri ya da götürdükleri karşısında elin kolun bağlı öylece kalakalmışsın. Basın dünyasının usta isimlerinden gazeteci Ertuğrul Akbay’ın vefat ettiğini öğrendiğimde aynen böyle hissettim.
Daha birkaç hafta önce karşılaştığımızda, onu her zaman görmeye alışkın olduğum gibi dimdik ayaktaydı ya da belki ben iyi olduğunu düşünmek istedim. Nereden bilirdim ki bu onu son görüşüm, onunla son sohbetim olacak… Rahatsız olduğu konuşulsa da; karşılaştığı tüm sıkıntılara rağmen hayatı hevesle yaşayan, kendine özen gösteren, enerjisiyle gençlere taş çıkartan, benim gözümde yaşsız bir insan olan Ertuğrul Bey’e hastalığı hiç yakıştıramıyordum.
Duayen gazeteci, çok değer verdiğimiz bir aile dostumuzdu aynı zamanda... Annem, gazeteciliğe Akbay’ın unutulmaz gazetesi Gölge Adam’da başlamıştı. Annemin birlikte çalıştığı ilk genel yayın yönetmeniydi ve dostlukları ömür boyu devam etti. Ertuğrul Bey’den annemin gazetecilikteki ilk yıllarını, mesleğine olan
Mehmet Akif Alakurt’un “Türk kadını nedir? Çıkarlarını elde edene kadar mükemmel kadını oynayan, her fikrini onaylayan ve hep ‘Ben de öyle düşünüyorum’ diyen. Zamanla esas olan çirkin yüzünü gösteren kadına Türk kadını denir. Yolun başında olanlar kulağınıza küpe edin” şeklindeki çizgiyi aşan sözlerini ilk gördüğümde; “Yok canım, gerçek değildir bu, sahte hesaptan yazılmıştır” diye düşündüm ama aynı açıklama geçtiğimiz gün Milliyet Cadde’de yayımlanınca, gerçekliği kanıtlanmış oldu. Böylece sinirimi ve şokumu gönül rahatlığıyla yaşayabildim!
Zaten memlekette yıllardır önüne geçilemeyen büyük bir yara olan kadına şiddetin apaçık bir türüdür bu söyledikleri, özellikle de toplumun gözü önünde olan ve milyonlarca kişiye ulaşma gücü bulunan isimlerin böyle hatalar yapması, kabul edilir gibi değil. Karşısına çıkmış bir veya birkaç kadını kendi kafasında bu sözlerle değerlendirmiş belli ki, bize ne? Ancak bunu bütün Türk kadınlarına genellemek ve hepimizi ‘çıkarcı’, ‘yalancı’, ‘iki yüzlü’ ve ‘içten pazarlıklı’ olarak yaftalamak, kimsenin haddine değil! Türk kadını, senin kendi özgür iradenle yaşadığın birkaç kötü tecrübeden ibaret hiç değil!
Diline dolayamazsın!
Kurtuluş
Antalya’da 16 yaşındaki liseli kızın, 10 arkadaşıyla başka bir okulu basıp, iki kız öğrenciyi sınıfta acımasızca dövdüğü haberini dehşet içinde okudum. Erkek arkadaşına mesaj attı diye planlıyor bunu... Dayak yiyen kızlardan birinin babası; “Çocuğuma işkence yapmışlar. Güvenlik kamerası görüntülerini görünce şoka girdim. Nasıl bu hale gelmişler?” diyor.
Hakikaten nasıl bu hale geliyor gençlik? Lise dönemimi düşünüyorum; dizi ve programlarda bilinçaltına şiddet pompalayan içerikler pek yoktu, sosyal medya hiç yoktu şükür, hayatları dijital dünya tarafından ele geçirilmiş gençler değildik. Çok daha masum ve yaşımızın gerektirdiği gibi yaşadık…
Şimdi maşallah hangi kanalı açsan, ne tarafa baksan kavga, dayak, hakaret, silah, intihar, cinayet, ne ararsan var! Ünlüler desen birbirine sınırsızca saldırı halinde, sosyal medya desen yeni neslin soykırımı gibi, saygı ve ahlak kavramları yerlerde sürünüyor! Çoluk çocuk bu gördüklerinden etkileniyor, kafaları bulanıp yanlış yönde çalışmaya başlıyor. Reşit olmamışların böyle bir suç işlemesi, yeni neslin her konuda aşırıya kaçması, ürkütücü ve üzücü... En büyük sebebi de şiddetin normalleştirilmesi ve toplumun her kesimine yayılması…
“Eğer şu anda evinizde, koltukta oturmuş bu töreni izliyorsanız, şunu söylemek istiyorum... Bu zor bir iş, uzun zamandır çok çalıştım. Bu kazanmakla ilgili değil, asıl önemli olan vazgeçmemek. Bir hayalin varsa onun için savaşmak... Bu, tutkunun peşindeki disiplin... Önemli olan kaç kez reddedildiğin, düştüğün, mağlup olduğun değil; kaç kez ayağa kalktığın, cesur davrandığın ve devam ettiğindir...”
91’inci Oscar Ödülleri’nden aklıma en çok kazınan, başrolünde oynadığı ‘A Star is Born’ filmi için yaptığı ‘Shallow’ şarkısıyla ‘En İyi Film Şarkısı’ Oscar’ını kazanan Lady Gaga’nın bu sözleri oldu. Aynı şarkıyla bir Altın Küre ve iki Grammy de alan sanatçı, gözyaşları içinde yaptığı bu konuşmayla ilham verdi. Ha bir de “Koltuğunuzda yayılmakla olmuyor bu işler” mesajını inceden giydirmiş olabilir!
Pes etse zirvede olmazdı...
Çok iyi şarkı söyleyen, harika piyano çalan, beste yapan, oyunculukta kendini gösteren ve arı gibi çalışan bu başarılı kadının söylediklerinden etkilendim. Halbuki zamanında tüm yeteneklerine rağmen, yeterince güzel olmadığı için başarılı olamayacağı söylenmiş ona... “Demek ki benden olmaz” diye pes etseydi, şimdi zirveden zirveye koşuyor olamazdı...
Oscar
Huyum kurusun bir dizi ya da film aşırı popüler oldu mu, izlemekten kaçabildiğim kadar kaçıyorum. Netflix’in iki senedir dünyayı kasıp kavuran ‘La Casa de Papel’ini inat edip izlememiştim mesela, neyin inadıysa! Birkaç hafta önce kardeşim Kuki, beni ve genelde komedi veya romantik film harici bir şey seyretmeyen annemi zorla ekran karşısına oturttu, “Bu diziyi izlemek zorundasınız ve bırakamayacaksınız!” dedi.
O anı takip eden 3-4 gece boyunca sabahlara kadar, nefes almadan ‘La Casa de Papel’ seyrettik. İspanya tarihinin en büyük soygun hikayesi izlenme rekorları kırmakta haklıymış! Hayatım boyunca izlediğim en iyi diziyi yapmışlar, heyecandan bir an kafanı başka yöne çeviremiyorsun. İki sezonu zamana yayarak seyretsek daha iyiydi tabii, şu anda “Üçüncü sezon ne zaman gelecek?” diye dört dönüyor olmazdık!
Alonso gezmekten yaşlandı!
Dizideki favori adamım Berlin, yani Pedro Alonso, ‘GQ Men of the Year 2018’ ödül töreninde ‘Yılın Uluslararası Starı’ ödülünü almak üzere İstanbul’daydı biliyorsunuz. İki gün kaldığı şehirde her yeri göstermek istediler zahir, saatte 500 kilometre hızla gezdirdiler adamı! Zavallım mekan gezmekten yaşlandı, iflahı kesildi! Kardeşim; “Kapıdan çıksak
Bugün benim doğum günüm... Son yıllarda hep; kendim heveslenip, kutlama planlayarak değil de, yakınlarımın sürprizleriyle girdim yeni yaşlarıma. Geçen sene, Amerika’da yaşayan kardeşim Kuki’yi bir anda karşımda gördüğümdeki şokumu unutamam. Dilim tutulmuştu! Birkaç sene önce iş toplantısına gittiğimi sanıyorken, görüşme mekanına girince bütün arkadaşlarımla burun buruna gelmiştim, o da harika bir sürprizdi...
Bu sefer ise kendim fazlasıyla heyecanlıyım yeni yaşım için! Yaşadığım bazı büyük olaylar bende adeta bir aydınlanma yarattı. Sanki uzun zamandır derin bir uykudaydım da hayata gözlerimi yeni açtım gibi hissediyorum! Hayatımdan ‘iyi ki’ gidenler oldu, yerlerine güzel kalpli, içi dışı bir dostlar geldi. (Fotoğrafa bakınız!) Pozitif yönde fazlasıyla değişmiş karşılıyorum sıradaki yaşımı...
“Hayır” demeyi öğrendim sonunda, bir şeyi yapmak içimden gelmiyorsa, kendimi kimse için zorlamamayı... Biraz bencilliğin iyi olduğuna inanmışımdır hep ama şimdiye kadar başaramamıştım. Kendimi düşünmeyi ve kendime iyi davranmayı öğrendim.
Karşılıklı sevgi ve güven içinde olduğumuzu, hatta aile olduğumuzu sandığım insanlardan kötülük gördüğümde etkilenmemeye, aksine daha da güçlenmiş
Ne idiği belirsiz tiplerin sosyal medya fenomeni olmasıyla ilgili yazıma bir sürü yorum geldi; “Tam aklımdakileri yazmışsınız” tadında… Ne çok kişi varmış bu kendisi boş egosu şiş tiplere deli olan! Sosyal medya hayatlarımızı ele geçirdi geçireli herkes her şey oluyor malum. Kendi kendine 3-5 kilo veren, diyetisyen; çok bilmişler, yaşam gurusu; evli olan, ilişki terapisti; giydiği marka kıyafetleri etiketleyen de moda ikonu falan kesiliyor!
Bir de birkaç yıl fitness yapıp form tutunca, “Spor hocasıyım” diye gezenler var. 20 yıldır aktif şekilde salon sporları yaptığım için bu tiplere ayrı takığım. Çoğundan da daha bilgiliyim ama “Antrenörüm” diye şuursuzluk yapmıyorum! Zira öyle ciddi bir konu ki; en ufak hatada insanların sağlığını tehdit ediyorsun. Gerçek bir antrenör olmak için yıllarca eğitim almak, vücut anatomisinden her bir spor hareketine kadar tüm detaylarda uzman olmak gerekiyor. Örnek olarak en yakınımdaki kişiyi, bu işin adeta kitabını yazan hocam Burak Ay’ı vereceğim.
Antrenman bilimci farkı
Antrenör eksik bir tanım aslında, o bir antrenman bilimci… Herkes squat yaptırır, misal ama o squat’ı analiz ederek, vücut açısını milim milim ayarlayarak, ‘parmak ucu nereye