Almanya’da doğan, İstanbul’da büyüyen, Alman Lisesi’nde okuduktan sonra Berlin Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun olan ressam Jochen Proehl; 10 yıldır yine İstanbul’da yaşıyor ve sanat çalışmalarını burada devam ettirmesinin yanı sıra Bahçeşehir Üniversitesi Kültür ve Sanat Direktörü olarak yeni sanatçılar yetiştiriyor. Bugüne kadar başka üniversitelerde de Türk gençlerine dersler veren, çalışmaları Türkiye ve Almanya’da birçok müze ve galeride sergilenen sanatçı; yeni sergisinde İstanbul sevgisini Almanya’ya taşıyor. Almanya’da okuyup oranın vatandaşı olmak isteyen çocuklarımıza üzülürken, Proehl’in İstanbul sevdası içimde çiçekler açtırıyor doğrusu...
Alman ressam, Dresden Kunsthalle’de yeni açılan kişisel sergisindeki 36 büyük format yağlı boya eserin tamamını, İstanbul’daki atölyesinde 3-4 yılda üretmiş. Tablolarına yansıttığı renkleri çok erken yaşta İstanbul’da keşfettiğini söyleyen Proehl’in, inşaat sahalarındaki toprak şekillerinden ve tonlarından yola çıktığı eserleri, sahip oldukları soyut anlayış sayesinde her kişide farklı algılar yaratıyor. Almanya’daki sanatseverler, 3 Ağustos’a kadar ziyaret edebilir.
BİR ANTEKELİ OLARAK!
Dede tarafından Adana, anneanne
22’nci yılında başvuru rekoru kıran Fizy Liseler Arası Müzik Yarışması; büyük finalde dereceye giren ekiplere, toplam 100 bin TL ödül dağıttı, yarışmayı Fizy üzerinden 7 milyon kişi izledi. Okan Üniversitesi, üç yarışmacıya eğitim bursu verdi. Geleceğin yıldızı gençlerimize müzik yolunu açan dev organizasyonun son dört senedir jürisinde yer almaktan çok mutluyum. Geçtiğimiz cumartesi akşamı gerçekleşen ödül töreninde, Serhat Hacıpaşalıoğlu’nun kurucusu olduğu yarışma; çok özel bir sanatçı adayıyla da buluşturdu bizi... Verdiği mini piyano konserinin sonunda 14 yaşındaki İrem Fitoz’u Bostancı Gösteri Merkezi’ni hınca hınç dolduran herkes ayakta alkışladı. Hepimizi nasıl büyülediğini görmeliydiniz. Yüzde 90 görme engelli ve yüzde 40 otizmli olan İrem, üstün performansıyla; yetenek ve azmin karşısında hiçbir engelin duramayacağının kanıtı...
Oradaki herkes gibi, ben de İrem’in piyano konserinden o kadar etkilendim ki; hikayesini Yalova İbn-i Sina Özel Eğitim Uygulama Okulu’ndaki sınıf öğretmeni Sibel Altan’a sordum. “2008’de ağlama nöbetleri ve korkuyla okula başlayan İrem, sadece müzikle sakinleşiyordu. Duyduğu telefon melodilerini piyanoda çalmasıyla, yeteneği okulda keşfedildi.
“Bu yarışma bizim için büyük şans, uzun zamandır hazırlanıyoruz” cümlesi Fizy Liseler Arası Müzik Yarışması’na katılan tüm yarışmacı ekiplerin ortak söylemiydi... ‘Dünyanın En Başarılı Gençlik Organizasyonu’ ödülüne sahip olan yarışma, 22’nci yılında yine görkemli ve unutulmaz bir finale imza attı. Dile kolay, 22 yıldır Türkiye’nin dört bir yanından sayısız genç bu gurur tablosu dev organizasyon sayesinde müziğe dair hayallerini gerçekleştirmeye en güzel yerden başlıyor. 55 ilden, 636 okulun katıldığı elemelerin ardından Bostancı Gösteri Merkezi’nde gerçekleşen büyük finale 31 ekip kaldı. Türkiye’nin önemli müzik üstatları, sanatçıları ve prodüktörlerinin yer aldığı dev jürinin oylarıyla kazanmak, büyük ödüllerin sahibi olmak tabii ki bambaşka bir mutluluk ama sadece bu deneyimi yaşamak bile gençler için çok önemli...
Geçtiğimiz cumartesi günü saat 13.00’te finalistlerin performanslarıyla başlayıp, ödül töreniyle birlikte geceye kadar devam eden uzun bir günün tek bir dakikasında bile sıkılmaz mı insan? Öyle akıcı ve kusursuz bir organizasyon ki, vaktin nasıl geçtiğini anlamak imkansız! İlk yılından beri yarışmayı sunan Ataman Erkul’un enerjiyi hep tepede tutan sunumuyla;
Bugün; yılın en sevdiğim ve yarışmacı gençler gibi hevesle beklediğim ‘Fizy Liseler Arası Müzik Yarışması’nın büyük finali gerçekleşiyor. ‘Dünyanın En Başarılı Gençlik Organizasyonu’ ödülüne sahip olan Türkiye çapındaki yarışma 22’nci yılında da gençlerimizin hayallerini gerçekleştirmeye, onları sanata teşvik etmeye devam ediyor. Ben de son bir kaç yıldır yarışmanın jüri üyesi olmaktan çok mutluyum, her seferinde hem Serhat Hacıpaşalıoğlu önderliğindeki End Productions tarafından hazırlanan organizasyonun kusursuzluğuna hayran kalıyor, hem de liseli gençlerin üstün yeteneklerini izledikçe gurur duyuyorum.
İşte bir yanda gençlerimize, ülkenin geleceği çocuklarımıza hayallerini yaşama imkanı sunan, kendilerini değerli hissettiren, cesaret veren böyle muhteşem işler yapılırken; diğer yanda çoluğa çocuğa yapılan cinsel taciz haberlerinin ardı arkası kesilmediği için güzel konulardan bahsedecek derman kalmıyor insanda. Küçükçekmece’de beş yaşındaki bebenin taciz yüzünden yoğun bakıma kaldırılması ne demek ya, bu nasıl gerçek olabilir? O minicik bedeni kaldırsa, ruhu nasıl kaldıracak bu travmayı? Üzerine yedi yaşında çocuğa bir başka taciz haberi, sonra Beyoğlu’ndan bir haber daha!..
Geçtiğimiz cumartesi ‘Film Gibi Bir Aşk Hikayesi’ başlıklı yazımda anlattığım Merve-Tommaso çiftinin tanışma hikayesiyle ilgili çok mesaj geldi. Kimi, “Böyle aşklar artık yok, onlar fazla şanslıymış. Okuyunca asabım bozuldu!” diyor, kimiyse “Bu hikaye beni umutlandırdı, darısı başımıza” tarzında konuşuyor. Yüksek ihtimalle her iki görüşün sahipleri de inandıkları şeyleri yaşayacaklar er ya da geç. Zira aynı yazıda, Louise Hay’in ‘Düşünce Gücüyle Tedavi’ kitabındaki; “Bilinçaltımız inanmayı seçtiğimiz her şeyi kabul eder. Yani kendimle hayat hakkındaki düşünce ve inançlarım, yaşamımın gerçeği olur” sözleri de yer alıyordu ki düşüncelerin hayatımızı şekillendirdiğine çok inanıyorum.
Tüm hastalıkların kaynağının olumsuz düşünceler olduğunu savunan yazar, zamanında üç ay ömrünün kaldığını söyleyen doktorların kemoterapi ve ameliyat baskısını kabul etmeyerek, düşünce gücüyle kanseri yenmiş... İmkansız gibi görünüyor ama gerçek bir hikaye işte! Haliyle Hay’in tavsiyelerine kulak vermek, bana çok mantıklı geliyor...
- Kendimizi gerçekten sevdiğimiz zaman hayatımız her yönüyle düzene girer. Olumlu değişimlerin anahtarı kendimizi olduğumuz gibi kabul etmek ve onaylamaktır. Yıllardır
Fotoğraf sanatçısı Merve Hasman’dan, İtalyan eşi Tommaso Salvatori’yle tanışma hikayelerini dinleyince; ancak romantik filmlerde olur sandığımız masal gibi aşkların gerçek hayatta da yaşandığına şahit oldum! Çoğumuzun aşktan umudu kestiği günümüzde; etraflarına ışık saçan bu tatlı ve güzel enerjili çiftin hikayesi sizin de içinizi açsın, ümitlerinizi yeşertsin istedim…
Merve 2013 yılında; “Ben kimim? Merve’yi hiç tanımıyorum, hayatımı hep başkalarının doğrularıyla yaşadım” düşüncesiyle kendini bulmaya karar verir ve biriktirdiği parayla gittiği Los Angeles’ta kendiyle baş başa bir kaç hafta tatil yapar. Ruhunu dinlediği, hayattan ne istediği, onu nelerin mutlu ettiği sorularına cevap aradığı içsel yolculuğundan manevi bir listeyle geri döner. En büyük özleminin aile olduğunu gören, kalabalık sofraların, neşeli sohbetlerin özlemini çektiğini fark eden Merve; “Kendi çekirdek ailem bir İtalyan ailesi olmalı!” der. İstanbul’da yaşadığı için bu dileğini söylediği arkadaşları onunla dalga geçseler de, bir İtalyanla evleneceğine çok emindir. Hatta bunu rüyasında bile görür…
2015’teki doğum gününü İstanbul’da geçirmek istemeyince, bir grup arkadaşıyla Forte dei Marmi’ye giden annesinin
Serdar Ortaç, “Aranjörler iki araba parası istiyor o yüzden albüm düşünmüyorum” demiş. Fırsattan istifade hemen döküldü millet ortalığa, “Parası mı bitti?” diye... Tut ki bitti, böyle bir sıkıntılı durum dile dolanır mı, kameralar karşısında dedikodusu yapılır mı, ne kadar ayıp bir şey bu! Ayrıca, Ortaç’ın yorumu gayet doğru; artık tek bir şarkının, eğer de başarısı bilinen aranjörlerle çalışmak isteniyorsa, sanatçıya maliyeti çok uçuk rakamlara varıyor ve harcanan paraları kazanıp, üstüne bir de kâr etmek, hiç kolay olmuyor bu devirde... Hatta çoğu zaman harcadığınla kalıyorsun. Eskisi gibi albüm satın alınmadığı için emek ve para harcadığın şarkılarının hepsini duyurman da imkansız. Ortalıkta boş ve gereksiz bir kalabalık var, her tuvalette şarkı söyleyen şarkı çıkarır oldu. Millet de abuk subuk işleri beğenir oldu, o da ayrı garip! Haksız rekabet desen gırla gidiyor, parayı bastıran sahte tıklanmalarla öne geçiyor. Müzik dünyası 90’lardaki, 2000’lerin başlarındaki gibi güzel bir dönemde değil artık, hiç tadı tuzu kalmadı.
Kelimeler kifayetsiz
Haliyle Ortaç gibi işini duygularıyla yapan bir sanatçının, aranjör parası bir yana, albüm yapma hevesinin kalmaması üzücü olsa da,
Türkiye’nin efsane sanatçılarından Erol Evgin’in ‘50’nci Sanat Yılı Gala Konseri’nde defalarca ağladım. Konserin yaşattığı duygu seli gözyaşlarıyla taştı içimden, öyle etkileyiciydi ki… Türk pop tarihine geçecek bir sanat olayına şahit olduk, umarım DVD’si çıkar da herkes izleme şansı yakalar…
Konser baştan sona muazzam kurgulanmıştı; orkestra, vokaller, dansçılar (Hepsi birbirinden iyiydi), şarkılara ve hikayelere göre değişen sahne ve görüntüler, her şey kusursuz bir uyum içindeydi. Yarım asra yakışan, su gibi akan büyüleyici bir konser oldu.
Evgin’in 1969 yılında başlayan profesyonel sanat hayatının dönüm noktalarını ve anılarını hem kendisinin tatlı esprilerle dolu anlatımıyla hem de sahnedeki dev ekranda beliren fotoğraf ve görüntülerle, izleyip dinlemekten öte yaşadık, zaman makinesiyle o günlere gitmiş gibi…Şimdilerde aramızda olmayan bir çok kıymetli sanatçımızı da özlemle andık bu sayede…
Talu ve Kibar’ı hep yaşattı…
Hayatımızda, anılarımızda, aşklarımızda büyük izleri olan Erol Evgin şarkılarını hikayeleriyle dinledik. Mesela; Melih Kibar bir gece İngiltere’de okul kampüsündeyken çıkan fırtınadan korkuyor, hemen piyanonun başına geçip hislerini müziğe döküyor,