Global ekonomik kriz öncesi dahi, yok internetti, yok korsandı, yok şuydu-buydu diyerek darbe üstüne darbe görüp dibi boylamış müzik piyasamız, 2008 yılında kepenk indirdi. Evet, olan tam olarak da buydu: “Cenaze nedeniyle kapalıyız”. Hiçbirimizde, müziğe verecek para kalmadı. Önceliğimiz karnımızı doyurmak. Ve sonra diğer mecburiyetler: Kira, eğitim, sağlık masrafları.
“Müzik” mecburiyetler, olmazsa olmazlar listesinde dahi değil. Hiç şüphesiz, karnı tok, sırtı pek olmayana da çok şey söylüyor müzik. Müziksiz bir hayat, tasavvur dahi edilemiyor. Ama işte, bu açık nasılsa bir yerlerden kapatılabiliyor; download ediyoruz, yüzlerce şarkının tıkıldığı mp3 diskler buluyoruz, olmadı birkaç kuruş vermeye ikna olup, berbat kayıtlı diskler alıyoruz.
Böyle olduğu için de, müzik endüstrisi toplu bir biçimde “tabela” astı kapılara-vitrinlere: “Evde yokuz, kapalıyız.”
Şöhret yolu
Böyle durumlarda-bu tür dönemlerde iki türlü gelişme yaşanır. Her zamanki “kötüler” daha da kötüleşir; sıfır noktasını dahi aşıp, eksiye geçerler.
İyiler ise o güne kadar görülmüş “tepe” noktasını bile aşar, yeni bir “doruk” ya da zirveye adım atarlar.
MTV ve benzeri müzik kanalları ilk ortaya çıktığında, müziğin dinlenebildiği kadar, seyredilebileceğini de söylemek-göstermek istemişlerdi.
Bir süre sonra iş öyle bir noktaya geldi ki, göz kulağın önüne bile geçti. Sanki dinlemekten çok, seyretmeye başlamıştık müziği.
Bu da zaman içinde binbir gelişmeye yol açtı; hiçbiri de müziğin hanesine artı olarak yazılamayacak, binbir gelişmeye.
Ekranda daha çok görünen-ekranda daha çok dönen şarkılar daha çok satar olunca, yavaş yavaş bazı temel standartlar da değişmeye başladı.
Mesela “ses”in yerini “yüz” almaya başladı; birdenbire değil de, yavaş yavaş, usul usul, alıştıra alıştıra.
“Ses”in varlığı ya da yokluğu, iyiliği ya da kötülüğü, gücü ya da zayıflığı “şarkıcı” olunup olunmayacağı konusunda birinci ölçü iken, bu askıya alındı. Bunun yerini, “yakışıklı” ya da “güzel” olunup olunmadığı işgal etmeye başladı.
Nihayetinde aklımızı başımızdan alıyor ve bizde şarkılarına kulak verecek bir hal bırakmıyorlardı. Klip bitiveriyordu ve biz ne dinlediğimizi, gerçekten bilmemiş oluyorduk. Ama ne giydiklerini, nasıl bir arabaya bindiklerini, nasıl bir sevgiliye sahip olduklarını (elbette elbette elbette) biliyorduk.
Filmlerimiz müziğe de bereket getiriyor. “Issız Adam” sayesinde, yıllar yıllar sonra Ayla Dikmen hatırlandı, bağırlara basıldı. Nil Burak ve Sibel Egemen de öyle.
Edip Akbayram ve Kibariye de “A.R.O.G” sayesinde öne çıktılar.
“Kibar Gelin” ve “Annem” adlı şarkılar, “yontma” mı “cilalı” mı belli olmamakla birlikte, “taş devri”ne ait olduğu şüphe götürmez bir “dil”, bir “bakış”la çekilmiş-kurgulanmış filme katık edildikleri için, yeniden aranır-sorulur oldular.
Ama meğer bu şarkılar filmde kullanılırken, ne Cem Yılmaz’ın, ne de filme milyonlar yatıran sermayedarların-sponsorların aklına, bu şarkıların asıl sahiplerinden izin almak gelmiş.
Evet; bu şarkıları besteleyenlerden-söz yazanlardan-yorumlayanlardan izin alınmış ama bu şarkıların kaydedilmesi için için para harcayanlardan da izin alınması gerektiği, (her nedense-her niyeyse) kimsenin aklına gelmemiş(miş).
Yapımcı hakları
Olağanüstü “ses”lerdendir Burcu Güneş. Ama bu kadar değil; sesini “bir enstrüman” gibi kullananlardandır da. Üstelik diğer müzisyenlerden - enstrümanlardan daha önde olmak gerektiğini düşünenlerden de değildir. “Benim yerim, herkesin yanı” diyenlerdendir; ne daha ilerde, ne daha geride.
Bu nedenle de, onu ya da bunu bastırmak için taklalar atmaz, dolaplar çevirmez.
Sahneye çıkar-stüdyoya girer ve lâyıkıyla yapar işini. Sesinin sahip olduğu (hem akustik hem de elektronik) renkleri-tınıları kata kata söyler şarkılarını. Gününe ve şarkısına göre, iner-çıkar-gider-gelir ve her ama her seferinde, yüzünün akıyla çıkar işin içinden.
“Detone” nedir bilmeyenlerdindir Burcu Güneş; üstelik, ait olduğu kuşağın tamamına yakını, bu dertten muzdaripken, bu bataklığın içinde boğulmak üzereyken.
Bir tek “Çile Bülbülüm” şarkısı dahi, bu söylediklerimizi göstermeye-ispatlamaya yeterli. Bu şarkıda Güneş’in çektiği “çileeeeeeee”, (kimse kırılmasın gücenmesin ama) Safiye Ayla’yı bile sollar.
Öyle ama. Günümüzün genç şarkıcısı diye hakkını yememek, aksine teslim etmekte bonkör davranmak gerekir.
Olmazsan olmaz
Büyük gazetelerin işi zordur. Çok satıyor, yüz binlerce eve-kişiye ulaşıyor olmaları, onlara fazladan sosyal sorumluluk(lar) yükler.
Milliyet’in “Baba Beni Okula Gönder” projesi mesela, böyle bir projedir. Ve bu proje-kampanya sayesinde, kimbilir kaç kız öğrencinin yüzü gülmüş, kimbilir kaç eve huzur girmiştir.
Hürriyet’in “Aile İçi Şiddete Son” kampanyası da bu tür bir kampanya. Bu kampanya ve bir nüvesi olan “Acil Yardım Hattı” sayesinde, bugüne kadar hayatın dar edildiği binlerce kadın, bir parça daha rahat efes alır, bir parça daha hayatı daha kolay sürükler olmuştur.
Bu kampanya çerçevesinde bir de albüm yapıldı, “Güldünya Şarkıları” (DMC). Hürriyet Kurumsal İletişim Direktörlüğü’nün bu projesi, Temuçin Tüzecan tarafından oluşturuldu ve (ülkemizde kadın hakları dendiğinde, akla gelen ilk saygın isimlerden olan) Emel Armutçu ile Evrim Sümer’in çaba ve katkılarıyla hayata geçirildi.
Tüzecan ve Armutçu’ya destek veren isimlerin arasında, yine aynı kurumdan Sinem Aktürk, Aylin Berktaş ve Zeynep Bilgehan da var.
Dışardandan da Özden Bora (DMC), D Plus, Rafineri ve Hülya Demir ile bu satırların yazarı (danışman) katkıda bulundu.
Hasan Saltık’ın Kalan’ı bir yüz akı hepimiz için; her an her fırsatta bir gurur duyma vesilesi. (Hangi ülke olsa fark etmez) yurt dışına adım atar atmaz soluğu plakçılarda alan müzik tutkunlarının ilk yaptığı, ilk kontrol ettiği şeydir: “Bizden hangi albümler, hangi sesler var?” Ve bu sorunun-kaygının cevabı da, epey bir zamandır aynı: KALAN!
Çok kıymetli ve büyük bir kısmı Hasan Saltık el atmasaydı, kesinlikle kaybolacak olan kayıtların hepsi de, ortalamanın çok çok üstünde ambalajlar-kapaklarla sunuluyor piyasaya. Büyük bir kısmına, en az albümün kendisi kadar kıymetli kitaplar eşlik ediyor. Her şey, “Oku da adam ol/dinle de öğren” şiarı ile yapılıyor.
“Roman Olsun” albümü de, bu standartlarda sürüldü piyasaya. “Mastika mastika, sigarası Marlboro” gibi dar mı dar, kötü mü kötü (hatta çirkin mi çirkin) bir alana hapsedilmiş Romanların dünyası, büyük bir kısmı ilk defa duyulan şarkılar-seslerle boydan boya tarif edilmiş-anlatılmış.
Tabii ki, bir başka “hapsetme nesnesi” sayılabilecek olan “Yaylı Yaylı İçinde” ve benzeri şarkılar da var bu toplamda. Ama bir bütün olarak bakıldığında hiçbir şey sırıtmıyor, her şey yerli yerine oturuyor.
Bir CD, bir kitap ve bir DVD’den oluşan
Her sene aynı şey olur. Eurovision zamanı gelir ve başlarız tartışmaya.
“Tartışma” da lafın gelişi; aslında “kapışmaya”, hatta saç-baş yolmaya.
Epey bir zamandır, hepimizin niyeti “üzüm yemek” değil artık, “bağcıyı dövmek”; hem de ne dövmek, bağ mağ kalmayana kadar dövmek.
“Bindiğimiz dalı kesmek” mi bu? Evet, elbette. Ama kimin umurunda? Hiç kimsenin. Başta TRT olmak üzere, hiç kimsenin.
30 küsur yıldır (tam olarak 34 yıldır) Eurovision baş mevzularımızdan biri. O Aşkın Nur’ları, Serdar Ortaç’ları, Tarkan’ları kazandığımız 90’lı yılların ortaları hariç, Eurovision hep “balıklama” daldığımız bir mevzu oldu.
Bu sene de durum aynı, yani vahim. Kaç yıldır rastlanmamış ölçüde parlak (her türlü anlamda parlak; fiziken de, şov-yorum anlamında da parlak) biri olan Hadise, bütün riskleri göze alıp Eurovision ricamızı kırmamış ve biz onun sırtını sıvazlayacağımız yerde, daha işin başında “down” etmeye çalışıyoruz: “Vurun Hadise’ye!”
Üstelik, olabilecek en çirkin yerden açtık “el”i. Her zamanki gibi, “Türkçe mi İngilizce mi?”, “Pop mu rock’mu?” değil, yavaş şarkı-hızlı şarkı da değil; daha basit, çok daha basit bir yerden: “Hadise Eurovision için para mı aldı? Az sonra...”
Memleketin gelmiş geçmiş en “yaratıcı”, en “naif”, en “masum” müzisyenlerinden Bülent Ortaçgil’in, her devre ve dönemi hayranlarının ilgisini çekmiştir. Dolayısıyla “Çekirdek” dönemi de.
Hatta belki en çok bu.
Çünkü Ortaçgil’in bir başka yorumcu-müzisyen (ama biraz “asabi”) Fikret Kızılok ile giriştiği ortak çalışmaların büyük bir kısmı, yalnızca “kaset” üzerinde yayınlanmış ve bu halleri-biçmleri dahi, kolay bulunmaz olmuştu.
İşte nihayet şimdi, Çekirdek’in kuruluşunun üzerinden 25 yıldan fazla bir zaman geçmişken, o günlerin-o dönemin en öne çıkmış “ürün”lerinden biri olan “Pencere Önü Çiçeği”, müzik piyasamızın en cesur, en alternatif, en bağımsız firmalarından Piccatura tarafından yeniden yayınlandı. CD olarak, elden geçirilmişe benzer temiz kayıtlarla.
Başında Mustafa Kaynakçı’nın bulunduğu Piccatura, yukarda sıralanan “en”lerin hepsini fazlasıyla hak eden bir firma.
Bilen bilir; bu firma yalnızca yayınladığı kendi albümleriyle değil, sahip olduğu perakende dükkanlarda bulundurduğu çeşidi-stoku ile, arka arkaya birkaç kuşağı ciddi bir biçimde etkilemiş bir “kurum”.
Mustafa Kaynakçı ve yanında yetişen tezgahtarlar ordusu, yıllar yılı bıkmadan usanmadan “şu albüm-şu