Eğer hükümetin ekonomi politikasının ne olacağını öğrenmek istersem kimi aramam gerekir?
Öyle biri yok. Çünkü ekonomiden sorumlu bir bakan yok.
Dün konuştuğum bir bankacı bu konuda acı acı şikâyet ediyordu.
“Bankaları Nazım Ekren arıyor. Derdiniz sıkıntınız var mı, diye soruyor. Ardından Kemal Unakıtan arıyor. Mehmet Şimşek arıyor. Mehmet Şimşek ekonomiden sorumlu bakan mı, değil mi? Ben bilmiyorum. Ekonomiden sorumlu kim? Kaptanı kim? Yoksa Kürşad Tüzmen mi? Bunu Başbakan düzgün söylemeli. Ekonomi konularında ahenk, disiplin lazım. İşbirliği lazım. Kim bunun patronu, bilmeliyiz.”
Bilmelisiniz sayın dostum. Ama bilemeyeceksiniz. Ekonominin kaptanı bu beylerden hiçbiri değil, her geminin kaptanı olan Başbakan’dır. Kaptanların Kaptanı. Kaptan-ı Derya.
Tek elle kurbağaların peşinde
Diplomasi hiçbir şey söylemeden önce, iki defa düşünme sanatıdır, diye okudum bir yerde geçen gün.
Eğer bu doğruysa, politika da hiçbir şey söylemeden önce hiç düşünmeme sanatı olmalı.
Ankara’da yıllarca politikacıların boş laflarını dinlemekten bıktığım için ekonomi muhabirliğine geçmeye karar verdim. Daha elle tutulur, daha olumlu, daha ilginç bir konuyla uğraşmak için.
Ne yazık ki bu geçiş beni kurtarmadı. Çünkü Türkiye gibi merkezden yönetilen, otokratik ülkelerde ekonomi, politikanın tutsağıdır. Ekonominin nasıl gideceğini görmek için önce politikaya bakmak gerekir. Onun için politikacılardan kurtuluş yok.
İşte Başbakanımızın IMF ile ilgili sözleri:
“Böyle bir kriz döneminde IMF’nin isteklerine boyun eğerek yarınımızı karanlığa sokamayız. Mesele bu. Ülkenin Başbakan’ı olarak şunu söylüyorum, bizim böyle bir dönemdeki büyüme hızımızı göze alarak bizimle bir esneklik çerçevesinde anlaşmaya varırsanız, eyvallah, oturur imzalarız. Yoksa ‘fırsatı bulduk, ümüğünü sıkalım’. Kusura bakmayın, bedeli ne olursa olsun buna da fırsat vermeyiz.”
IMF pizzacı gibidir. Çağırılmadan gelmez. Elinde paket kapınıza dayanması için ona telefon etmeniz gerekir.
Birkaç gün önce bir akşam haberleri izlerken Selim ve Sara etrafımı sardı ve konuşmaya başladık.
Şimdi hatırlayamadığım bir nedenle ölüm konusu açıldı. Bu konu bazen açılır. Belki yaşlı bir baba olduğum için. Selim doğduğunda neredeyse 50 yaşımdaydım. Sara ondan iki sene sonra dünyaya geldi. Birçok sınıf arkadaşımın emekli olmaya başladığı yıllarda ben ikinci defa çocuk büyütmeye başladım.
Selim 15 yaşında olduğuna göre ne kadar antika olduğumu hesap edin.
Şikâyetçi değilim, ama. Tersine. Ne demişler? Aşk nedir, öğrenmek istiyorsan çocuk sahibi ol. (Nefret nedir, öğrenmek istiyorsan boşan, da denebilir mi?)
Ölüm konusu açılır dedimse öyle cenazemsi, ciddi ciddi değil. Esprili, hafif bir biçimde.
“Eğer ölürsen seni gebertirim” dedi Sara, her zamanki muzip tavrıyla ve bir kahkaha attı.
Selim, “Hiç olmazsa başarının başlangıcını görecek kadar yaşamalısın” dedi.
Son yıllarda dünyada dolar cinsinden krediler (borçlanmalar) muazzam miktarda arttı. ABD kaynaklı finans krizi dünyanın birçok ülkesinde likidite, yani nakit, darlığı yarattı. Bu, dolara olan talebi artırdı ve değerinin yükselmesine neden oldu.
Bu olgu özellikle yüksek dış borç sahibi, petrol gibi emtiaların ithalatçısı olan azgelişmiş ülkeleri sıkıştırıyor.
Türkiye bu ülkelerden biridir. Dolar bu nedenle Türkiye’de hızla yükseliyor.
Türkiye kalkınmakta olan ülkeler arasında, Rusya ve Çin’i saymayacak olursak, en çok kısa vadeli borca sahip ülkedir. Kalkınmakta olan ülkeler arasında rezervlerine göre borcu en yüksek olan ülkedir. İthalatının ihracatını karşılama yeteneği en düşük ülkelerden biridir. Türkiye riskli bir ülke olarak algılandığı için yatırımlar dolara çevriliyor, ülkeden kaçıyor.
Dolara ihtiyaç var
Türkiye’nin, hem kamu hem de özel sektör olarak çok dolara ihtiyacı var. Bunu temin etme şansı az. Bu ikisinin uyuşmazlığı doların yükselmesine neden oluyor.
AKP’nin en büyük düşmanı kendi beceriksizliğidir. Bu beceriksizliğin en son, ve potansiyel olarak en tehlikeli örneğini, hükümetin dünya finans krizine karşı önlem almakta gecikmesinde görüyoruz.
Başbakan, son günlerde, her fırsatta, Türkiye’nin global finans krizinden en az etkilenen ülkeler arasında olacağını söylüyor. Ne yazık ki kendi bakanları dışında bu öngörüyü onunla paylaşan kimse yok.
Türkiye artık, dışarıda, başı dertte olan ülkelerle birlikte anılıyor. Perşembe günkü Wall Street Journal Türkiye’yi İzlanda, Baltık devletleri ve Macaristan gibi kredinin kolay ve ucuz olduğu devirde büyük borçlar edinip şimdi geri ödemekte zorlanan ülkelerden biri olarak sayıyordu.
Hükümet, zamanında Uluslararası Para Fonu ile anlaşma yapmayarak büyük bir hata yaptı. Şimdi, alınması gereken diğer önlemler konusunda ayak sürüyerek bu hataya yeni hatalar ekliyor.
Sorun küçük değil.
Batı ülkelerinin yaşamakta olduğu likidite krizi Türk bankacılık sektörünü de sardı. Bankalardan yeni kredi almak hemen hemen imkânsız hale geldi. Aldıkları krediyi yenileyebilenler bel bükücü faizler ödemek zorunda. Libor artı 2 ile alınan krediler Libor artı 6’ya yenileniyor, yani dolar faizi yüzde
Kim finans krizi bağlamında Türk ekonomisinden bahsedecek olsa “Bankaların sermayesi güçlü. Bilançolarında zehirli kâğıtlar yok. Dolayısıyla Batı bankalarının yaşamakta olduğu kâbusu görmeyecekler” diyor.
Bu değerlendirmeler kısmen doğrudur, kısmen yanlıştır. Kısmen de tehlikelidir.
Tehlikelidir, çünkü önlem alma konusunda Ankara’yı hareketsizliğe iter.
Yanlıştır, çünkü bankacılık sistemi reel sektörle, yani bankalardan kredi alıp imalat yapan şirketler, endüstriyle birlikte vardır.
Sağlığı sadece kendine değil reel sektöre bağlıdır. Reel sektör nezle olursa bankalar hapşırmaya başlar.
Dün konuştuğum bir banka yöneticisinin sözleriyle “Reel sektörün rahatsızlığı bankaların rahatsızlığıdır.”
Dolayısıyla, sadece bankaların güçlü olması, önemli ise de, sonuçta fazla bir şey ifade etmez.
Aracı kurumlar yayımladıkları raporlarda, müşterilerine zaman zaman hisse senetleriyle ilgili olarak “tut”, “sat”, “al” şeklinde telkinde bulunurlar.
Örneğin, AKP’yi kapatma davası gibi, ilerisiyle ilgili belirsizlik unsuru yaratan gelişmeler “tut” olayıdır. Yükselebileceği kadar yükseldiği sayılan senetler için de “sat” önerisinde bulunulabilir.
Piyasa düşmüşse ve yükselme belirtisi varsa “al” denir.
Borsadan para kazanmanın basit bir kuralı var: Hisse en düşükken almak, zirve yaptığında satmak. Ama bunu söylemesi kolay, yapması zordur. Hissenin ne zaman dibe vurduğunu da, ne zaman doruğa yükseldiğini de bilmek zordur. Bu iki olgu arasında ne kadar zaman geçeceğini tahmin etmek daha da zordur.
Dünyanın en zengin kişilerinden biri olan Amerikalı spekülator Warren Buffet, Harvard Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada, öğrencilere şöyle demişti: “Size nasıl zengin olacağınızı söyleyeyim. Kapıları kapatın. Başkaları açgözlü olduğunda korkak olun. Başkaları korkak olduğunda açgözlü olun.”
Finans kriziyle, bütün borsalar şok edici düşüşler yaşadı. Belki dünyada hiçbir zaman bu kadar çok korkak olmamıştı. Ama bu, açgözlü olma zamanının geldiği anlamı mı taşır?
OZANKÖY
Yatağa girip yan yana, sırtüstü yatınca cibinlikteki yırtığı gördü. Dikdörtgen şeklinde, soyulan muz gibi geriye yatmış, kibrit kutusu büyüklüğünde bir yırtıktı. Sabahleyin cibinliği toplarken parmağım takılmış, ince tülü cıırt diye yırtmıştı. O, o saatte uçaktaydı.
“Bu delik ne?”diye sordu.
“Emniyet çıkışı” dedim.
“Ne emniyet çıkışı? Dalga mı geçiyorsun?”
“Hayır. Farz edelim ki kötü ruhlu bir peri uyurken beni sivrisineğe çevirdi. Veya seni. Delik olmazsa kaçamam. Cibinliğin altında açlık ve susuzluktan ölürüm.”
“Çok komik” dedi. “Ayrıca, sivrisineğe döndürülürsen yaşasan ne olur, yaşamasan ne olur? Bir an önce ölsen daha iyi olmaz mı?”