Yalnızlık

13 Ocak 2012

Meryl Streep’in Margaret Thatcher’i canlandırdığı Iron Lady (Demir Leydi) filmi gösterime girmeden meşhur oldu.
Sinema tarihinde en çok Oskar’a aday gösterilen sanatçı olan Streep’in on yedinci defa aday olacağı konuşuluyor.
Filmin yapımı ile ilgili uzun bir yazı okudum. Yapımcıların çekime başlamadan önce yaptığı hazırlığın titizliği beni şaşırttı.
Thatcher 1979-1990 yıllarında İngiltere başbakanı idi. Sert, taviz vermeyen kişiliği ve uyandırdığı acayip nefretle olduğu kadar saç modeli, elektrik mavisi giysileri, kendine has konuşma stili veee yanından hiç ayırmadığı çantaları ile de ünlü idi.
Bir kasaba bakkalının kızı olan Thatcher’in gençliğinde kadınlara açık çok az meslek vardı. Örneğin, kadınlar hukuk fakültesine gitmezdi. Kadın avukat, duyulmuş şey değildi. Şirket yöneticisi olmak, eğer şirket makyaj malzemesi imal etmiyorsa, hayal bile edilmezdi. Bu ortamdan çıkıp, nasıl Batı dünyasının ilk kadın lideri olmuştu? Ünlü çantalarında ne taşıyordu?
Filmin yapımcıları Thatcher’in dostu, düşmanı birçok kişi ile görüştü. Onun çikolata ve boğaz pastili tiryakisi olduğunu öğrendiler. Kullandığı menekşe özlü kokuyu Londra’nın ünlü parfümcülerinden Floris’e

Yazının Devamı

Üçüncü köprü: Boğaz’a çalınan maya tutmadı

12 Ocak 2012

Üçüncü Boğaz köprüsü ve dört yüz küsur kilometrelik yolun yapımı için yirmiye yakın şirket ihale şartnamesi aldı ama hiçbiri teklif vermedi.
Konuyu yakından izleyenler için bu sürpriz değildir.
Bu işin bu şekilde yapılmasının mümkün olmadığını aylarca önce tekrar tekrar yazmıştım. Ama yapılması halinde doğacak rant o kadar büyüktü ki hükümet göle maya çalmakta ısrar etti.
Şirketlerin teklif vermemesi uluslararası durgunluk dolayısıyla finansman bulunamamasına atfedildi. Bu doğru değildir.
En yoğun durgunluk zamanlarında bile iyi planlanmış ve kârlı altyapı projelerine kredi bulunabilir.
Hiçbir şirket zarf atmadı çünkü proje fizibil, yani yapılabilir değildi. Karayolları Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan şartnameye o kadar dandikti ki teklif vermek, finansman bulmak imkânsızdı.
Üçüncü köprünün mevcut iki köprü arasına yapılması gerekiyordu. O zaman finansman hemen bulunurdu. Çünkü İstanbul’un göbeğinde, trafiğin yoğun olduğu bu bölgede, köprü açılır açılmaz para basmaya başlayacaktı. Projeyi finanse eden bankaların “Paramız geri döner mi?” korkusu olmayacaktı.

Yazının Devamı

Demokrasi geldiğinde beni uyandırın

11 Ocak 2012

İşe bak! Tam “Genelkurmay başkanlarının bile tutuklanabilir olması bizi daha demokratik bir ülke yaptı. Yaşşasın!” demeye başladıkları gün Economist Intelligence Unit’in 2012 Demokrasi Endeksi yayınlandı.
Ve Türkiye’nin ilk defa bu endekste bir Afrika ülkesinin altında (altında!) yer aldığını gördük.
Economist Intelligence Unit (EIU) ünlü Economist dergisinin yan kuruluşlarından biridir.
Demokrasi Endeksi’nde 167 ülke var. Türkiye 88’inci sırada. Malawi (Malawi!) 84’üncü, Arnavutluk 87’nci sırada.
Bunun ne anlama geldiğini merak ediyorsanız okumaya devam edin.
Listede dört tür demokratik rejim var. Tam, Defolu, Hibrit ve Otoriter. Türkiye hibrit, yani kırma kategorisindedir, yani demokrasi ile otoriter karışımı bir kokteyldir.

Yazının Devamı

Ormanda veya deniz kenarında

7 Ocak 2012

Ozanköy

Ormanda veya deniz kenarında yürürken, çok kere, dört-beş bin yıl önce buraları acaba nasıldı diye düşünürüm. Ve sihirli bir el beni kaldırıp o günlerden birine bıraksın isterim.
Hava nasıl kokardı? Hangi yaratıkların sesini duyardım?
Kış olmasına rağmen kenarında yürüdüğüm dere kuru. Yatağına birisi eski bir çim makinesi atmış. O zamanlar gürül gürül akar mıydı, kıyısında ne tür bitkiler görürdüm, o bitkilerin arasında hangi hayvanlar yaşardı?
Kıyılar denizin getirdiği plastik çöplerle dolu. Temizlemeye değmez. Yarın gene dolacak. Mavi sularda balıktan çok plastik var. Her gün sadece gemilerden denizlere 640 bin plastik kap atılıyor.
O zaman nasıldı? Suyun üzerinde zıplayan yunuslar görür müydüm?
Eskiden adanın tamamı ormanlarla kaplıydı. Ayı, kurt, geyik vardı, yüz yıllar önce yok olmuş.

Yazının Devamı

Ben kuyruktan çıkıyorum

6 Ocak 2012

Siz ne yaparsanız yapın, arkadaşlar. Ben kuyruktan çıkıyorum. Bu yıl için kararım canımın çektiği her şeyi yemek ve içmek.
İstediğim kadar. Korkmadan. Zevkine vararak. Ve akıllıca.
Bilmiyorum farkında mısınız? Beslenmek dünyanın en basit işi iken suçluluk yükleyen, neredeyse rehberlik isteyen bir hale geldi.
Atalarımız binlerce yıl antioksidan, kolesterol, omega-3 ne bilmeden sağlıklı yaşadı.
Onlar gibi yaşamak dururken kendimizi doktorların, diyetisyenlerin, sağlık uzmanlarının, gıda imalatçılarının, araştırmacıların, sağlık yazarlarının, PR şirketlerinin, reklamcıların kuklası haline getirdik.
Her sabah uyandığımızda daha uzun ve iyi yaşamak için yememiz veya yemememiz gereken başka bir şey koyuyorlar önümüze. Her gıda sınava tutuluyor, ona göre vize alıyor veya almıyor.
Sanki yemek masası değil mayın tarlası. Rehbersiz bir adım atma, ölürsün! Yaşlandıkça daha beter. Tarla küçülüyor, mayınlar çoğalıyor.

Yazının Devamı

PKK’nın silah bırakacağı yaz daha icat edilmedi

5 Ocak 2012

Savaş olan yerlerde yanlışlıkla sivillerin öldürülmesi kaçınılmazdır. Bu gibi olaylar her savaşın en büyük trajedileri arasındadır. Üzücüdür, önlenebilse çok daha iyi olur, ama kaçınılmazdır.
İnsansız hava araçlarını kullanmakta bizim askerlerden çok daha deneyimli olan Amerikalılar bile Pakistan’da, Afganistan’da sık sık yanlışlıkla sivillere zarar veriyor.
Paranoyayı bir tarafa bırakalım. Uludere’deki kafilenin PKK değil Irak’tan sigara kaçıran çoluk çocuk olduğu bilinseydi, herhalde üzerlerine kurşun yağdırılmazdı. Ne kadar aranırsa aransın bu olayda kasıt bulunamayacak.
Olayı trajediden felaket boyuna taşıyan siyasilerin ona verdiği tepkidir. Bu tepkiler Ankara’nın, hükümeti ve muhalefeti ile Kürt sorununu çözecek zihniyetten uzak olduğunu gösterdi.
Tersini söylemeliydi. Ama Uludere bize “Kan durmayacak akmaya devam edecek, ümitlenmeyin” dedi.
Siyasiler, Türkiye’nin en yoksul beldelerinden birinde, on beş-yirmi lira uğruna hayatını kaybeden gencecik insanları, neredeyse daha vücutları soğumadan, siyasi rant kavgası haline getirdiler. Birbirlerine karşı insaf ve terbiye hudutlarını aşan sözler harcadılar.
Yangına körükle gitmeyi ve giderken aklını evde

Yazının Devamı

2011’in son iyimserlik ödülü

4 Ocak 2012

Yılın son günü, gazeteci Yavuz Baydar, yıl içinde zaman zaman yazılarını maillediği dostlarına bir yeni yıl mesajı yolladı. Listede ben de vardım.
Mesaj bir gazeteciden değil de işleri iyi gitmeyen bir Eski Ahit peygamberinden geliyordu sanki.
“Berbat bir yıldı, ama yıkılmadık, ayaktayız” diye okudum.
“Sakın ola ki ‘Annus Horribilis gider de oh çekeriz’ rehavetine kapılınmasın, beterin beteri gelebilir.
Her şeye rağmen, 2012’nin hepimize şans, sağlık, mutluluk, huzur, para-pul, bol seyahat ve tebessüm getirmesini dilerim. Kazadan beladan uzak duralım.”
Zaten havalarda uçmuyordum. Bu mesaj iyice keyfimi kaçırdı. “Elveda zalim dünya” diye inleyerek baldıran zehirine uzanıyordum ki telefonum bipledi ve gelen bir SMS’i okumam için sabırsızlandığını haber verdi.
Ölmeden önce okuyuvereyim, dedim. Mesaj kısa idi.

Yazının Devamı

İsa hiç güldü mü?

31 Aralık 2011


İsa’nın hiç gülmediği söylenir. Bu doğru olabilir mi? Neden hiç gülmedi acaba?
Belki ona yüklenen görev çok ağır olduğu için. Belki Tanrı’ya o kadar yakın olmak mizaha yer bırakamayacak kadar ciddi bir şeydi.
Ne zaman ve nasıl öleceğini bilmek idam mahkûmu olmaya benzer. O da, herhangi bir suç işlememiş olmasına rağmen (iyi olmanın suç olmadığını farzedersek), ölüme mahkûmdu. İdam mahkûmları da gülmez.
Binlerce İsa heykeli, freski, ikonası, resmi falan var ama, hiçbirinde Hıristiyanların peygamberi gülmüyor. Hatta gülümsemiyor. Hepsinde, çarmıha gerilip çiviyle çakılarak ölüme terk edilmiş bir insanın ızdırabı veya başka herkesten gizli bir şeyi görüyor olmanın dingin ama hüzünlü huzuru var.
İncil’in Tanrı’sı güler ama onu güldüren neşe değil insanların halidir. Alay etmek, küçümsemek kahkahaları. Batı’da “Tanrı’yı güldürmek istiyorsan ona planlarından bahset” derler. O tür gülüşler.

Yazının Devamı