Büyüklük nasıl yakalanabilir? Özel bir yetenekle dünyaya gelenler mi büyük olur? Yoksa seçtiği sahada mükemmelliği yakalamak için uzun yıllar çalışıp didinenler mi?Fortune dergisi kasım sayısının büyük bir bölümünü bu soruların cevabına ayırdı. Değişik konularda olağanüstü başarı sağlamış insanlar üzerinde araştırma yapan bilim adamlarının bulgularını inceledi. Sonuç: Büyüklük kader değildir, ter dökülerek elde edilen bir şeydir. Büyüklük mükemmelliği yakalamak için uzun yıllar yapılan muazzam bir mesainin ürünüdür. Yetenekli olarak dünyaya gelmenin değil. Büyüklükten kastım, herhangi bir sahada dünya çapında olmaktır: Şampiyon bir golfçü veya tenisçi, rekortmen bir atlet, çığır açan, buluş yapan bir bilim adamı, çağın en iyilerinden sayılan bir piyanist veya finansçı olmak, örneğin. Kimse annesinin karnından, büyük bir futbolcu, dünyaca ünlü bir işadamı veya satranç ustası olarak doğmaz. Yetenek herhangi bir şeyi çok iyi yapabilmek için insanın doğuştan sahip olduğu bir hünerdir. Bilim adamlarına göre böyle bir şey yoktur. Hiçbir insan herhangi bir konuda başarı göstermek için özel bir yetenekle donatılmış olarak dünyaya gelmez. Veriler insanların doğuştan sahip oldukları
Önce, kimleri getirmediğini söyleyeyim.Başbakan yardımcılarından birinin kardeşini getirmedi.Son seçimlerde başarısız olan bir partiliyi getirmedi.Dini bütün bir bürokratı da. Eski bir arkadaşını da.Eşi kraliyet ailesinin giyim koduna uyan bir emekli memuru da.Dünya Bankası eski başekonomisti Sir Nicholas Stern'i getirdi. Yani, işin başına yetkin, adı saygı ve güven uyandıran bir kişiyi tayin etti. Siyasi ve dini eğilimi bizim partiye uysun demedi. "Haftada kaç defa kiliseye gidiyor?" diye sormadı. "Bizim oğlanın da cebi biraz para görsün" demedi. "Bizimkilerin en kötüsü onların en iyisinden iyidir" demedi. İngiltere Başbakanı Tony Blair iklim değişikliğinin ekonomisini araştırmak için bir komisyon kurmaya karar verince başına kimi getirdi? Sonuç 700 sayfalık bir rapor. Pazartesi günü Blair'e sunuldu. Raporun tamamı aynı gün Maliye Bakanlığı'nın web sitesinde yayımlandı.* Bu güne kadar iklim değişikliğinin dünya ekonomisinde yaratması olası yıkım üzerine hazırlanmış belki de en iyi rapor. Avrupa Birliği'nin iklim konusundaki aksiyon planına temel teşkil edecek muhtemelen. Blair bu raporu kullanarak G-8'ler diye bilinen zengin ülkeler grubunu iklimdeki kötü gidişi durdurmak için
Sabancı ailesi Akbank'ın % 20'sini Citi Group'a satarken Hintli Tata Çelik de İngiliz-Hollanda demir-çelik üreticisi Corus'un tamamını almak için pazarlıkları bitiriyordu.Tata, Corus'a 8 milyar dolar ödeyecek. Karşılaştırma olanağı vereceği için hatırlatayım. Geçen sene Oyak Erdemir'i 6 milyar dolar piyasa değerinden satın almıştı.İngiltere ve Hollanda'daki demir-çeliğin neredeyse tamamını üreten Corus dünya üretim listesinde dokuz numaradır. Tata ise çok daha aşağılardadır. İkisi birleşince dünyanın beşinci en büyük çelik üreticisini meydana getirecekler.Neden Corus'u Erdemir almadı? Neden Finansbank Yunanistan'da bir banka almadı? Neden Türk Telekom Lübnanlı bir şirkete satıldı da tersi olmadı? Neden Beymen veya Vakko bir Harvey Nichols değil? Neden Türkiye'nin en eski şirketlerinden biri olan Eczacıbaşı müşteri arıyor da satın alacak şirket değil?Satılık olmayan Türk şirketi yok gibi.Bence, bunun üç ana nedeni var:Çok partili demokrasiye geçildiği 1950'den bu yana ardı arkası kesilmeyen ekonomik ve siyasi krizler Türk şirketlerini bitap düşürdü ve eritti. Bütün sektörlerde sermaye birikimi güdük kaldı. Bunun en belirgin olduğu yer bankacılık sektörüdür. Türk bankacılık
Doğru değil. Ağaç sabittir ama tohumları değil. Her cins ağacın tohumlarını taşıyıp gömmek için kullandığı değişik yardımcıları var. Yerçekimi, rüzgâr, su, kuşlar, hayvanlar, insanlar hepsi tohum taşıyıcılarıdır. On binlerce, hatta milyonlarca yılın perspektifinden baktığımız zaman orman, bazı kuşlar gibi, göçmendir.Meşe ve huş ağacı, iyi bir yılda, milyonlarca tohum verirler. Bu ağaçlar yüzlerce yıl yaşayabildiklerine göre başka yerlere hicret etmek için milyarlarca ayağa sahiptirler demektir. Ağaç bu ayaklarla iklimin koşullarını en uygun bulduğu yere gider. Orman sabitmiş gibi görünür. Ağaçlar, ayakları olmadığı için bize yer değiştirmemeye, hep aynı yerde durmaya mahkûmmuş gibi gelir. On bin yıl önce, son buzul çağı sona erdiğinde güneye kaçmış olan huş ağacı ve akçaağaç geri çekilen buzların boşalttığı eski evlerinde geri dönmek için adeta yarış ettiler. Küresel ısınmanın etkisiyle Kuzey Kutbu'nun buzları eridikçe bu ağaçların daha da kuzeye gittiğini göreceğiz.Uzayda, yeryüzündeki bulut hareketlerini kaydeden bir uydudan dünyayı milyonlarca yılın perspektifinden, çabuklaştırılmış bir film gibi seyredebilseydik, ormanların bulutlar gibi yeryüzünün değişik bölgelerinde
Bunlardan birincisi, Türk Telekom'un kendisidir. TT devlet tekeli idi, özel sektör tekeli oldu. İkinci tekel Türksat'tır. Rekabet Kurumu özelleştirilmeden önce kablo ve uyduların TT'nin bünyesinden çıkarılmasını istedi. Yani, daha önce başka ülkelerde örneklerini gördüğümüz gibi, rekabetin önünü açmak için, TT'yi parçaladı. Kablodan servis veren şirketler ses ve data hizmeti ağını genişleterek TT ile rekabet edecek. Hizmetin kalitesi yükselecek, fiyatlar düşecekti.Öyle olmadı.Hükümet (1) Türksat eliyle kabloyu devletleştirdi, (2) kamu kuruluşlarını uydu hizmetlerini sadece Türksat'tan almaya zorlayarak "e-devlet" diye bilinen bu devasa girişimden özel sektörü kovdu.Hızını alamadı, TT özelleştirmesinden iki ay sonra bir Bakanlar Kurulu kararıyla Türksat'a uydu fabrikası kurma yetkisi verdi. Erdoğan, Türksat'ın Ankara yakınlarındaki Gölbaşı tesislerinde NASA benzeri bir "ulusal uydu ve uzak teknolojileri merkezi" kurmasını istiyor.Saçma bir fikir ve de tutarsız.Eğer Türksat Türkiye'yi uzay çağına taşıyacaksa kabloda ve e-devlet projesinde işi ne? NASA kablo televizyon hizmetleri vermiyor. Türkiye'nin uydularını yapan Alcatel Alenia Space de, Fransa veya İtalya'nın devlet
Zaman geçti. Ilısu Barajı'nı araştırıyordum. İçlerinden birini aradım. Adını yazmamak koşuluyla bana bir şeyler söyledi. Konuşma esnasında hükümetin üçüncü Boğaz köprüsünü "birilerine tezgâhlamaya" çalıştığını da söyledi. Kulaklarım dikildi."Kimlere?" "Daha sonra sizi ararım, karşılıklı oturup konuşuruz."Aramadı. Ben onu defalarca aradım. "Ankara'dan döndükten sonra ararım" dedi. "Çin'e gidiyorum, döndükten sonra muhakkak arayacağım" diye haber gönderdi. Ama aramadı. Korktuğu için benimle buluşmak istemedi. Bana bir şeyler söylese, ondan çıktığı anlaşılsa, AKP iktidarda kaldığı müddetçe şirketi bir daha devletten ihale alamayacaktı. Korkmam için makul bir neden.AKP üçüncü Boğaz köprüsünü birilerine tezgâhlıyorsa, yani ihalesiz birilerine verilmesi için altyapı hazırlıyorsa, öğrenemeyeceğiz. En azından, bu müteahhitten öğrenemeyeceğiz. Birkaç ay önce Türkiye'nin önde gelen müteahhitlerinin katıldığı bir öğle yemeğinde bulundum. Sohbet, falan, ayrılırken bana kartvizitlerini verdiler. İstediğim zaman arayabilirdim. Türksat ile ilgili diziyi yazarken telekom sektöründen birçok kişiyle görüştüm. İçlerinden bir kişi hariç hepsi isminin kullanılmasını istemedi. Ulaştırma Bakanlığı ile
Bir memleket bundan daha fazla çöplük haline getirilemez diyorum ama getiriliyormuş. Atılan çöpleri olduğu yerde bırakarak pisliği yapısal hale getirebilirsiniz.Kıbrıs'ta olan budur.Lefkoşa-Girne yolunda arabalardan atılan sigara paketleri, plastik su şişeleri, meşrubat tenekeleri atık katmanları meydana getiriyor. Diğer yollar farksız değil. Uçağınız havaalanına inerken dikkat ederseniz görebilirsiniz. Havada inşaatlarda kullanıldıktan sonra atılan çimento torbalarının kalıntıları, plastikler uçuşuyor. Ağaçlara, elektrik tellerine, çitlere, parmaklıklara takılıp barbar bir ordunun bayrakları gibi dalgalanıyor.Pislik sadece yollara atılanlardan veya yeni inşaatların kıyısına bırakılanlardan ibaret değil.Zevksizlik de bir tür pisliktir. Bu pislikte KKTC Akdeniz havzasının rekortmenleri arasındadır.Bunun emarelerini her yerde görebilirsiniz. Mimaride, dükkânların vitrinlerinde, içlerinde satılan mallarda, sokak lambalarında, köprü kenarlarına konan korkuluklarda, köylerin girişindeki zafer taklarında, meydanlara dikilen inanılmaz çirkinlikteki heykellerde. Say say bitmez. Temizlik imandan gelirse pislik nereden gelir? Bir yerin ne kadar düzeysiz olduğunun işaretlerinden biri,
Her iki okul da Lefkoşa'da, surlar dahilindeydi. Haydar Paşa, Kıbrıs'ı 1192-1489 arasında yöneten Fransız Lüzinyan'lardan kalma, camiye çevrilmiş bir kilisenin bahçesinde, iki katlı taş bir binaydı. Cami kapalıydı. Yarasalar boş binayı yuva yapmıştı. Teneffüslerde küçük, yuvarlak el aynalarıyla güneşi, pencerelerden içeri aksettirerek aydınlıktan hoşlanmayan yarasaları rahatsız ederdik. Eğer güneş gözüne gelirse yarasanın tutunduğu yerden yere düşeceğine inanırdık. Düşüyorlar mıydı? Düşüyorlarsa, muhtemelen, bizim bu salaklığımıza kasıklarını tutarak gülmekten düşüyor olmalıydılar.Haydar Paşa kavgalı dövüşlü bir okuldu. Teneffüslerde muhakkak birkaç yumruklaşma olurdu. Yenen oğlan hindi gibi kabarır, bahçede efelenerek dolanırdı. Hayatımda kimseyle yumruklaşmamış olmakla beraber bir fırsatını bulunca kavga çıkarıp efeler sınıfına girmeyi denemeye karar verdim. Bir gün teneffüste, oyun sırasında bir sınıf arkadaşımla takıştım. Tartışmaya başladık. Yüzüne bir tane patlattım. Onun da bana vurmasını bekledim ama vurmadı. Elleri yanına düştü. Yüzü buruştu. Sessizce ağlamaya başladı.Müthiş bir pişmanlık ve üzüntü duydum. İçimden onu kucaklamak ve özür dilemek geçti ama yumuşaklık şiddet