Geçenlerde, uzun bir aradan sonra, A Room With a View (Manzaralı Bir Oda) filmini izlerken hatırlamadığım bir sahne ile karşılaştım.
Filmin kahramanı, Lucy Honeychurch, sevmediği bir adamla nişanını bozar ama sevdiği adamla beraber olmaya cesareti yoktur. Piyanonun önüne oturur, aşka ve evliliğe kafa tutan, dervişvari yaşamı öven bir şarkı söylemeye başlar.
Kulaklarını tıka söylenirken şarkı, çalarken ut;Parmağını kırmızı altından uzak tut;
Boş yürek ve göz ve el,Kolay yaşa, sakin öl.
Araştırınca şarkının İskoç romancı Sir Walter Scott (17711832) tarafından yazılmış, Lucy Ashton’un şarkısı adlı klasik şiirden bestelendiğini öğrendim.(*)
İlk defa, aşka değil, âşık olmamaya, evlenmek yerine bekâr kalmaya dair bir şiir okumuş oldum.
Sokrat’a “Evlilik mi iyi, bekârlık mı?” diye sorulduğunda, “Hangisini seçerseniz seçin, pişman olacaksınız,” demiş.
Geçtiğimiz aylarda merak saldığım sağlık konularını araştırırken öğrendiğim en ilginç şey şu oldu: Sağlıkta doğru ile doğru olmayanı ayırt etmek çoğu zaman çok zordur.
Doğru; yarı doğrular, yalanlar, yanlışlar, çarpıtmalar ve kandırmacalar tarafından meydana gelen bir perdenin arkasındadır. Bu perde o kadar kalın ve ağırdır ki normal bir insanın, hatta, çoğu zaman, bir uzmanın bile aralaması mümkün değildir.
Doktorların bile doğru bildiği veya sandığı birçok şey yanlıştır. Çünkü onlar da, hastalar gibi, yoğun yalan bombardımanı altındadırlar.
İlaçlar bazılarına iyi gelir...
Doğru sandığımız birçok şey yanlıştır.
Örneğin, akıl bozuklukları beyinde meydana gelen kimyevi bir dengesizliğin sonucu mu? Ve bunu düzeltmek için reçete edilen ilaçlar bu dengesizliği düzeltir mi?
Henry’nin şizofren olmasının beşinci yılında, Patrick, her geçen yıl, oğlunun geçirdiği krizlerin daha şiddetli bir hal aldığını yazıyor. (*)
“Kalıp şuydu: Şiddetli bir psikotik epizodun (krizin) ardından, dört beş aylık bir süreç içinde, ilacın etkisiyle bir düzelme meydana geliyor, yaratıcılık ve konsantrasyon geri dönmeye başlıyordu. Tam, gözetim altında normale benzeyen bir hayat sürmesi mümkün görünmeye başlarken, yeniden şiddetli bir krize tutuluyordu. Bu tekrar kötüleşmenin nedeninin ne olduğuna hiçbir zaman emin olamadık.”
Patrick’e göre neden, oğlunun gizlice ilacı bırakması olamazdı çünkü bazen iğneleri düzenli olarak yapılırken de kötüleşebiliyordu. “Belki” diye yazıyor, “aklı başına gelince durumun felaketini, akranlarından ne kadar geri kaldığını kavrıyor, kendini bırakıyordu.”
Henry, hasta olduğunu hiç kabul etmedi. “Benim bir sorunum yoktu.” Hap almak istemiyordu “çünkü hayatımı sapına kadar yaşamak istiyordum ve hap almanın bunu önleyeceğine dair endişelerim vardı.” Ayrıca haplar “insan parçalarından” yapılmış olabilirdi.
Henry, hap alırken, “sürekli yarı uyur halde idi ve şişmanlıyordu ama iyileşmiyordu,” diye yazıyor Patrick.
Şizofreniyi karmaşık
Yirmi yaşına bastıktan iki ay sonra bir gün ağaçlar Henry’ye konuşmaya başladı.
Dondurucu bir kış gecesi ona fısıldadılar: “Nehre gir.”
İngiltere’nin güneyindeki Brighton sahil kentindeki güzel sanatlar üniversitesinde resim öğrencisi idi Henry. Elbiselerini çıkarmadan kasaba yakınlarındaki Newhaven nehrine daldı. Karşı sahile yaklaştığında balıkçılar tarafından kurtarılmasaydı belki de boğulacaktı.
Independent gazetesinin dış politika muhabiri Patrick Cockburn oğlunun akıl hastanesine kapatıldığını Afganistan’da, eşinden aldığı telefonla öğrendi. Alelacele uçağa atlayıp geri döndü. Bu şekilde Cockburn ailesinin şizofreni ile yedi yıl sürecek sınavı başlamış oldu.
Şizofreni, nedeni bilinmeyen, çaresi olmayan bir akıl bozukluğudur. Yaygın olarak kullanılan tedavi yöntemi ilaçtır. Ama ilaç hastalığı iyileştirmez. Hastayı uyuşturarak, olduğundan değişik bir kişi haline getirerek, kontrol altında tutmayı amaçlar.
Şizofreni hastası, genellikle ve özellikle hastalığın ilk dönemlerine, ilaç almaktan kaçınır. Ağzında saklayıp tükürür ya da tuvalete gidip kusar. Çünkü ilaçların yıkıcı yan etkilerinden nefret eder. Esas neden ise hastanın kendini hasta sanmamasıdır. O değişik bir boyuta
Ozanköy
Yatağa tek başına giriyorum, ışığı söndürüyorum, gözlerimi kapatıyorum, uykuyu çağırıyorum ama onun yerine başka şeyler geliyor. İnsanlar, olaylar, melodiler, tekrarlanan kelimeler. Hayatımın insanları. Bazıları ender uğruyor, bazıları zaman zaman, bazıları sık sık. Kimin ne zaman geleceği belli değil. Nerden geliyorlar, neden geliyorlar, geliş sıralarını kim tayin ediyor?
Yusufçukk. Yusufçukk. Yusufçukk.
Bir odada, yuvarlak yapmış beş-altı evlenmemiş, genç kadın oturuyor, sandalyelerde. Ben dışarıda, o dar, yüksek tavanlı koridordayım. Açık kapıdan izliyorum onları. Kadınların birer memesi dışarıda. Birbirlerinin memelerine bakıp konuşuyorlar. Bu manzara bana ne ilginç geliyor, ne sıkıcı. Dört-beş yaşlarındayım. Konuşmalarından anlıyorum ki birbirlerinin memelerini karşılaştırıyorlar. “Benimki çok küçük bee,” diyor biri. Yürüyüp mutfağa, seccadeli, tespihli, beyaz yemenili, koynu enfiye tenekeli, dişsiz anneannemin yanına gidiyorum.
Balkonda, cenaze arabasını, arkasından yürüyen insanları, çiçekleri çelenkleri izleyen bir çocuk var. Ölümün ne olduğunu bilmeyen o çocuk benim. Ölümü bilmiyorum ama daha beş yaşında yalnızlık ve can sıkıntısı ustası oldum. Yeni
Çocuklar, genellikle, iki ile beş yaşları arasında kekelemeye başlar. Daha küçük yaşlarda kekelemeye başlayanlar genellikle gelişme çağının ortalarında iyileşir.
Duyarsız öğretmenlerin eline düşen konuşma özürlü çocukların kekelemesi artar.
Kekeleyen çocuk, alay edilmek veya aşağılanmaktan korktuğu için cevap vermek yerine “Bilmiyorum” demeyi yeğler. Bilgisiz öğretmen çocuğun çekindiğini anlamaz, aptal sanır.
Bu şekilde, aslında çok zeki olan birçok çocuk geri kalır.
Kekeme Kral George VI, Kraliyet Deniz Koleji’ni bu yüzden sonuncu bitirdi. Bir derste “Yarımın yarısı nedir” sorusuna bile cevap veremedi. “Ko” derken kekelediği için, quarter (korter - çeyrek) demeye çekindi.
Dört çocuktan üçü 13-19 yaşlarının ortalarında kekelemekten vazgeçer.
Kekelemenin muammalarından biri kızlardan çok erkek çocukların yakasına yapışmasıdır. Konuşma özürlülerin, tahminen, yüzde sekseni erkektir.
İnsanın çektiği, nedeni bilinmeyen, çoğu zaman çaresi olmayan, dertlerden biri kekemeliktir.(*)
Dünya nüfusunun büyüklerde yüzde biri, çocuklarda yüzde dördü kekemedir, tahminlere göre.
Roma İmparatoru Claudius, feylesof Aristo, şair Virgil, hatip Demostenes, Charles Darwin, genç Winston Churchill, Marilyn Monroe, Fransız İhtilali’nin önde gelen kişilerinden Camille Desmoulines kekeme idi.
Yürek burkan öyküsünü geçen sene The King’s Speech (Zoraki Kral) filminde izlediğimiz İngiliz Kralı VI George da.
Büyük bir olasılıkla, Musa Peygamber de konuşma özürlü idi. “Konuşması ağır” ve “Dudakları sünnet edilmemiş” olarak tarif etti kendini. Tarihçiler, bundan, Yahudilerin peygamberinin kekeme olduğu sonucunu çıkardı.
Bazı kekemeler sadece ana dillerinde kekemedirler. Amerikalı ünlü romancı Henry James İngilizceyi kekeleyerek, Fransızcayı bülbül gibi konuşur, İngilizcede aksamaya başlayınca Fransızcaya geçerdi.
Şarkı söylerken takılmazlar
Ozanköy
Bahçeye çıkmak için kapının koluna elimi götürdüğümde camların üzerinde, yerde ve duvarda bir sürü kanatlı karınca olduğunu gördüm.
Hepsinin yüzü dışarıya dönüktü. Dışarı çıkmaya çalışıyorlar, beceremiyorlardı. Kapının iki kanadını da açtım. Birkaç saniyede uçup kayboldular.
Nereden gelmişlerdi? Evde bir yerlerde bir karınca yuvası mı vardı? Yoksa, sakin olduğu için, kanat çıkarmak için buraya mı gelmişlerdi?
Yerine göre, ilkbahar veya yazda olan kanatlanma, her yıl tekrarlanan bir göç ve zifaf hazırlığıdır. Kanatlı karınca gördüğünüz zaman anlayın ki yerleşik bir karınca kolonisi yeni koloniler kurmak için sefer hazırlığındadır.
Kanatlı karıncaların bazıları kraliçedir. Bunlar daha iridir ve sayıları daha azdır. Daha küçük olanlar erkektir ve bunlardan daha çok vardır. Birlikte havalanırlar ve havanın akıntılarında yol alırlar.