Bazılarımız, gizli veya açık, bir zamanlar Osmanlı ellerinin bir parçası olan Musul-Kerkük gene bizim olsa da petrole her yıl ödediğimiz milyarlarca dolardan tasarruf etsek hayali yaşar.Ama. Ama. Ama. Dünya Bankası'nın Temmuz 2006'da yayımladığı aşağıdaki liste dünyanın en zengin on ülkesini ve bu ülkelerde kişi başına düşen milli geliri gösteriyor.1 Lüksemburg 56.380 $ 2 Norveç 51.810 $3 İsviçre 49.600 $4 ABD 41.440 $5 Danimarka 40.750 $6 İzlanda 37.920 $7 Japonya 37.050 $8 İsveç 35.840 $9 İrlanda 34.310 $10 İngiltere 33.630 $(Türkiye 5.000 dolar) Bir ülkenin ne kadar zengin olduğunun ölçüsü gayri safi milli gelirdir. Kişi başına düşen milli gelir bir ülkedeki tüketicilerin bir yılda satın aldıkları bütün mal ve hizmetlerin o ülkenin nüfusuna bölünmesiyle elde edilen rakamdır.Listede Norveç ve ABD dışında petrol ve gaz zengini ülke yoktur.Demek ki bir devleti zengin yapan doğal kaynak değil, insanlarının yeteneğidir. Petrol ve doğalgaz zengini olmamak ulusal hayıflanmalarımızın en büyüklerinden biridir. Devletler Tanrı tarafından zengin kaynaklarla donatıldıkları için zengin olmazlar, zengin ülkeler tarafından sömürüldükleri için fakir kalmazlar. Fakir ülkeler, zengin
Çiseleyen yağmurda Belgrad Ormanı'nda çamura yapışmış sarı yaprakların üzerinde yürümeler. Nar ve portakal suyu. Yeniköy'de R.R.B. (rakı, roka, balık). Tarabya'da gece yarısından sonra organik çay eşliğinde küçük parmak (el) okşamaları. Çin işkencesi yoğunluğunda mesaj bipbipleri. Ama mutlu son yakın, derken kara haber geldi.Kadın aniden bizim arkadaşın ön yeterlilik başvurusunu reddedip bilgi odasına girmesine mâni olmuş. Çok zaman geçmeden arkadaşımın arkadaşından (kadın) nedenini öğrendim.Kadın bizimkini beğenmesine beğenmiş. Amma ve lakin "gene hüsranla sona erecek yeni bir ilişkiye girmekten korktuğu için" köklü bir dış politika değişikliği gerçekleştirerek koynuna alacağına kapının önüne koymuş.Burada kilit kelime "gene"dir. Kadın bundan önce de ilişkiler yaşamış. Bunların hepsi "hüsran"la sona ermiş. O da çareyi kendini şehirdeki yalnızlar taburuna nefer yazdırmakta bulmuş. Birkaç hafta önce bir arkadaşım (erkek), bir arkadaşımın arkadaşının arkadaşıyla (kadın) çıkmaya başladı. Biliyorum. Şehirde (İstanbul) hüsranla sona erecek yeni bir ilişkiye girmektense herhangi bir ilişki içinde olmamanın daha iyi olduğuna kendi kendilerini ve çevrelerini ikna etmeye çalışan on
Umalım ki sabırlı diplomasi başarılı olur ve bu bela kan dökülmeden savılır.Ama bugünkü konum bu değil. Erdoğan dış politikada gösterdiği basireti ekonomide neden gösteremiyor? Bugün bunu merak ediyorum.AKP makro planda ekonomiyi iyi götürdü. Ama bu o kadar da ahım şahım bir iş değil. AKP iktidara geldiğinde hazır bir reçete buldu: 2001'den sonra Ecevit hükümetinin aldığı önlemler ve yürürlükte bir IMF programı. Bunları uygulamaya devam etti. İkinci devrede, takım iki sıfır öndeyken maça alınan bir futbolcu rahatlığıyla. Başkaları değişik düşünebilir. Bence Erdoğan'ın Kuzey Irak'taki PKK varlığını diplomatik temaslarla halletmeye çalışması Başbakanlığının en basiretli işidir. Çünkü, diğer yollar tüketilmeden en tehlikeli, pahalı, kanlı, ve sonu belirsiz yol olan savaşı seçmek aptallıktır. Ama, bıktırıncaya kadar tekrarladığım gibi, hükümet mikro bazda, yani sektörel, ayrıntıyla ilişkili konularda varlık gösteremedi.Neden?Dışişleri Bakanlığı hükümet değişikliklerinden etkilenmeyen, tamamen profesyonel tek bakanlıktır. Diplomatlar arasında MHP'nin de sağında olanlar var, Batı dostları da, hastalık derecesinde Yunanlılardan nefret edenler de. Ama genellikle diplomatların
Başının üzerinden hiç kurşun geçmemiş olanların savaş tamtamı çalmaları kolaydır. Başkentin güvenli ve sakin koridorlarında çay kahve eşliğinde başarıyla sonuçlanacağı garanti savaş planları yapmak da kolaydır. Ama muharebe meydanda hiçbir zaman kâğıt üzerinde olduğu gibi cereyan etmez. Ve savaşlarda ismi sadece kanı döküldükten sonra gazete sayfalarında görülenler ölür. Şehit listelerinde parti liderlerinin, politikacıların adını bulamazsınız. (Politikacı dedim de aklıma bir soru geldi. Kim Türk ordusunu en çok Kuzey Irak bataklığına çekmek istiyor? Cevap: PKK, CHP, MHP. Düşünmeye değer.)Erdoğan ordunun baskısına boyun eğmeyerek de iyi yaptı. Soğuk Savaş koşullarına göre organize ve teçhiz edilmiş bir orduyu yabancı ve dost olmayan, zor bir arazide küçük bir terörist örgütünün üzerine yollamak iyi bir fikir değildir. Erdoğan'ın savaş kışkırtıcılarına kulak tıkayıp Kuzey Irak/PKK sorununu diplomatik yöntemlerle halletmeye yönelmesi bugüne kadar Başbakan olarak yaptığı en akıllı iştir. Erdoğan'ın Demokratik Toplum Partisi'nin (DTP) kapatılmasına karşı çıkması, Kürt kökenli milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması konusunda MHP'nin piyasaya sürdüğü linç tasarısına sırt
Ekonomik politikalar ise hep dış kaynaklıdır. İlk günden günden ekonominin yolu hep dışarıda moda ekonomik modeller, yabancı iktisatçıların teorileri, dış ülkelerin dikte ettiği politikalarla tayin edildi. Hiçbir zaman, laf dışında, yerli modeller, yeri teoriler, yerli hedefler olmadı.Üç ayrı dönem var. Birinci dönem cumhuriyetin ilanıyla başlar. Cumhuriyet, Osmanlı'dan devraldığı ekonomik enkazla dünyaya gözlerini açtı.Bu dönemin özelliği o zamanlarda dünyanın hemen hemen her bölgesine moda olan kapalılıktır. Ekonomiye devlet hâkimdir. Türkiye'de imal edilen malların ithalatı yasaklanarak özel sektörde sermaye birikimi yaratılmaya çalışılır. Kapılar yabancı sermayeye kapalıdır. Döviz bulundurmak suçtur. Permiyle ithalat yapılır. İhracat düşüktür ve özel sektörün gündeminde değildir. Kurulduğundan beri Türkiye'nin ekonomik politikalarını belirleyen, ekonomik çöküntülerdir. Bu dönem 1980 iflası ve darbesiyle sona erdi. Türkiye, Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) dikte ettiği ve Turgut Özal'ın yürürlüğe koyduğu reformlarla serbest piyasa ekonomisine yöneldi. Ekonomi dışa açıldı. Türk lirası konvertibıl oldu. İhracat ve turizm teşvik edildi. Tam olmasa da kapılar yabancı sermayeye
Taş bahçe duvarının üzerinde bir düzine sülün var, ikisi hariç erkek. Dişiler erkeklerden ayrı, sakin sakin karınlarını doyuruyorlar. Erkekler kıpır kıpır, zaman zaman birbirlerine efeleniyorlar. İki tanesi ben bakarken kanatlarını gerip sekerek, horoz gibi gaga gagaya geldiler ve didişmeye başladılar. Daha küçük olanı kanatlarını açıp kendini çimenlere bırakınca kavga sona erdi. Dişiler dönüp bakmadılar bile. Her cinsin erkeği, galiba, biraz salak oluyor. Sülünler buzulların geri çekilirken yuvarlaklaştırdığı tepeler ile deniz arasında uzanan geniş, yeşil tarlaların arasına serpiştirilmiş küçük korularda yaşıyorlar. Arazi sahibi onları civcivken alıp büyütüyor, av mevsiminde parasını ödeyen avcılara avlattırıyor.Bu kadar güzel bir yaratığa nasıl kıyılır?"Onları avlanmak için büyütüyoruz" demişti bir zamanlar bir arazi sahibi, elinde avı protesto eden bir yaftayla beliren ihtiyara. "Biz olmasak onlar da olmayacaktı. Tanrı gibi, önce onlara hayat veriyoruz, sonra da alıyoruz."Kahvaltıdan sonra kabanımı giyip bastonumu elime alıyorum ve tarlalardan sahile doğru yürümeye başlıyorum. Evin pencerelerinden deniz görünsün diye açılan iki yanı ağaçlıklı yeşillikten geçerken orada yemlenen
Oyunu özel sektör oynar, hakemliği hükümet yapar.Buna gerçek bir oyundan örnek vermek istiyorum. 1980'lere kadar Türkiye'de doğru dürüst çim saha yoktu. Kışın çamurda ve su birikintilerinde, yazın asfalt kadar sert zeminlerde top oynanırdı. Yabancı oyuncu oynatmak yasaktı. Kulüpler şirket değil, dernekti. Rahmetli Turgut Özal'ın futbol reformu bunları bir çırpıda değiştirdi. Çim sahalar, oyun kalitesini yükselten yabancı futbolcular, halka açık futbol kulüpleri, sinema salonlarından konforlu localar, sezon biletleri falan hep futbol reformundan sonra meydana geldi. Özal'ın girişimi olmasa Galatasaray Avrupa şampiyonu olmaz, Fenerbahçe Manchester United'vâri bir yapı kazanamaz ve belki de en önemlisi Türk futbolcuları özgüvene kavuşamazdı. İyi hükümet iyi futbolla, artan futbol gelirleriyle sonuçlandı.İyi hükümet her zaman iyi sonuç verir, kötü hükümet kötü sonuç verir.Türkiye, çok partili sisteme geçtiği 1950 yıllarından bu yana, kısa aralıklar dışında hep kötü yönetildi. Bir ülkede hükümet ne kadar iyi çalışırsa özel sektör o kadar başarılı olur. Tersi değil. Özel sektörün performansını etkileyen kurumları, kuralları ve teşvikleri hükümet belirler. Bunları yürütecek olan
Eğer BHP ile Rio Tinto birleşirlerse dünyanın en büyük demir cevheri, bakır ve alüminyum üreticisi haline gelecekler. Kömür, çinko ve elmasta da hatırı sayılır bir oyuncu olacaklar. Madencilikte, Arcelor/Mittal'ın demir-çelik üretiminde elde ettiği hâkim pozisyona benzer bir pozisyonu kapmış olacaklar. Dahası var. Birleşmeden sonra dünya demir cevheri üretiminin yüzde 72'si iki şirketin eline geçmiş olacak: Yüzde 36 Brezilyalı CVRD, yüzde 36 BHP ve Rio Tinto olarak. Geçen hafta, biz kendi yağımızla kavrulurken, dünyanın en büyük maden şirketlerinden biri (BHP Billinton) bir başka maden devini (Rio Tinto) devralmak için 140 milyar dolarlık bir girişimde bulundu. Rio Tinto teklifi derhal reddetti. Ama bu kesin bir ret değil, fiyatı artırmak için oynanması kaçınılmaz, satrançtaki ilk hamledir. İki yıl kadar önce demir-çelik sektöründe buna benzer bir "satarım-satmam" oyunu sonucunda Mittal ile Arcelor birleşmiş, dünyanın en büyük demir-çelik üreticisi doğmuştu. Bu durum şirketleri cevher fiyatlarını tespitte güçlü bir pozisyona getirecek, bu da hiçbir devlet veya üreticinin hoşuna gitmeyecek.Cevher fiyatları zaten yükselişte. Uzmanlardan öğrendiğime göre, iki ay önce tonu 110 dolar