Doğu Londra’nın akciğerleri Victoria Park’ta gerçekleşen üç günlük All Points East’in ikinci gününe gelmek istememizin nedeni, The Strokes, Interpol, The Raconteurs, Johnny Marr, Courtney Barnett, Jarvis Cocker gibi isimlerin aynı gün yer almasından başka, festivalin şehir merkezinde olmasıydı. Şartlar Leyla’ya göz kulak olacak birini bulduktan sonra birkaç saatliğine de olsa festivalcilik yapmak için çok uygundu. Şehir merkezi festivallerinin avantajı bu.
Dezavantajıysa ses. Saat 22.30 itibarıyla festivalin assolisti The Strokes sanki karşımızdaki sahnede değil 10 kilometre uzakta saz çalıyor gibiydi. Solist Julian Casablancas’ın zaten mır mır sesini saymazsak, sadece belli belirsiz bir davul ve yer yer seçilebilen bas duyuluyordu. Sadece seviyesi değil, sesin kalitesi de kötüydü. Bütün sahnelerde problem vardı. Jarvis Cocker’ı duyamadık. Interpol’ü duyamadık. Johnny Marrı’ı duyduk. The Raconteurs’ü kulak kabarttığımız için duyduk. Eğer yanımızda sahnede çalan şarkıya eşlik eden biri olsaydı onu da duyamayacaktık. Çünkü grup bildik yerden çalınca gaza gelen seyircinin sesi sahneyi bastırıyordu.
Gördüğüm en acayip şeylerden biri sahnenin tam karşısına kurulmuş iki VIP kulesiydi.
Yaz kapıya dayanırken yeni albümler birbiri ardında gelmeye başladı. Şu ana kadar yayınlanan albümlerden beş tanesini derhal sıralıyorum.
“HERE COMES THE COWBOY” MAC DEMARCO:
Mac DeMarco’nun kafası çok net. Modu çok güzel. Düğmelerini fazla kurcalamadığı bir gitar ve amfisi, kendi kendine mırıldanır gibi bir sesi ve oturduğu yerden dünyayı seyrederek uydurduğu onlarca hikayesi var. Baştan beri daha fazlasına da gerek duymadı zaten. Yeni albüm insanı tembelliğe, biraz yavaşlamaya davet ediyor. Bunu pasif bir protesto gibi yapıyor (kabul ediyorum konforlu bir protesto şekli). Kafanızı kaldırıp sizi çevreleyen basit şeylere dikkatle bakarsanız ne çok hikaye var aslında demeye getiriyor belki de. “Nobody” bu özelliklere sahip temsili şarkı olarak şurada dursun. Mac DeMarco’nun 13 şarkıda dinleyeni götürdüğü yer çok rahat, huzurlu, yüklerin hafiflediği bir yer. 46 dakika sürüyor albüm. Önünüzde koca bir yaz var, 46 dakikasını ayırın.
“FATHER OF THE BRIDE” VAMPİRE WEEKEND:
Vampire Weekend’e kişiliğini veren iki beyin vardı. Bunlardan Rostam Batmanglij artık kendi solo kariyerine odaklandı. Geriye kaldı Esra Koenig. Vampire Weekend’in bildik neşeli, Karayip ve Afrika ritimlerinden, folk,
Eurovision’u hayatımızdan çıkardık biliyorum. Ama ilgimizi de mi çekmesin? Hiç mi bahsetmeyelim? İyiden iyiye tatsız tuzsuzlaşan, yer yer basbayağı kuru bir inada dönen gündemimiz azıcık da mı renklenmesin?
Geçenlerde okuduğum bir makalede Japonların geleneksel animasyon kültürü Manga’nın konu zenginliği ve temaları inceleniyordu. Japonların hayatı ne kadar zor, stresli, renksiz ve tekdüzeyse, Manga dünyası o kadar renkli, çılgın, fantastik oluyor yazıya göre. Gerçek hayatta yapamadıkları her şeyi Manga âleminde yapabiliyorlar. Neden olmasın? Eurovision’ın geldiği noktayı da bu şekilde açıklamamak için bir neden göremiyorum. Dünya son 10 yılda öyle sıkıcı, tekdüze ve siyah beyaz bir yer oldu ki sanki hayatın tatsız tuzsuzlaşmasına tepki olarak Eurovision giderek renklendi, çıldırdı, açıldı saçıldı ve sıkıcı dünyanın günlük yaşamının çılgın ‘afterparty’sine döndü.
Üstelik tam biz Eurovision’dan vazgeçtiğimiz anda oldu bütün bunlar. Biz 40 yıllık Eurovision’a katılmayı bıraktıktan sonra Eurovision’a katılım arttı. Avustralya bile katılıyor. Çünkü herkes sıkılıyor ve herkes biraz eğlenmek, stres atmak istiyor.
Eurovision’un son 10 yılda kendini bir “kitsch” (bilinçli rüküşlük ve
Londralı rapçi Little Simz “Grey Area”da, Amerikalı rapçi Anderson .Paak ise “Ventura”da rap ile soul arasındaki sihirli uyumun peşinde.
Simbi Ajikawo, Little Simz adıyla iki albüme sahip. Ama sesini daha geniş kitlelere duyurması 2019 tarihli üçüncü albümü “Grey Area” ile mümkün olmaya başlamış gibi duruyor. Bu albümden yayınlanan ve kendi gibi genç soul vokali Cleo Sol ile söyledikleri “Selfish” şu anda İngiltere’nin neredeyse bütün pop radyolarında saat başı dönüyor. Açıkçası bu şarkıyı duyup da kayıtsız kalmak mümkün değil. Tipik bir dance/soul beat’i ve Cleo Sol’un yumuşak vokaliyle, doğrudan nakaratla açılıyor. Ardından Little Simz’in kendine has rap’i giriyor. Duyar duymaz sevdiğimiz şarkılar kategorisine derhal not ettik.
Nakaratla açılan şarkılar bugün artık sıra dışı değil. Stream dünyasında şarkılar kendilerini duyar duymaz sevdirmek zorunda. Spotify’da bir şarkının “dinlenmiş” kabul edilmesi ve tabiri caizse “kontörün işlemesi” için 30 saniye boyunca kesintisiz dinlenmesi gerekiyor. 29 saniye dinlendiyseniz hiç dinlenmemiş kabul ediliyorsunuz ve bu stream’den geliriniz olmuyor. Dolayısıyla müziğin çoğunlukla stream edildiği çağımızda besteciler, prodüktörler, şarkıcılar
Günde kaç kez sinirleniyorsunuz? Bir? Üç? Daha fazla? Dürüst olun. Bu yazıyı okuyana dek kaç kez sinirlendiniz mesela? Ya bu yazıyı okurken?
İtiraf ediyorum. Saat daha 09.00 ve bir kez sinirlendim bile. Havaalanındayım. Erken geldim. Pasaporttan geçtim. Güvenlik aramasından sonra gidip bir kahve içip uçağa binene kadar yazımı yazacaktım. Sakindim. Derken, yanımda biri belirdi. Önümde kuyruk, arkamda kuyruk. Yanımdaki bu adam kim ve nereden çıktı? Bir iki bakındım, sessiz kaldım.
Görmezden mi gelsem... Adam resmen kaynıyor. (Ne bileyim acelem var de, uçuşuma geç kaldım de, rica et ve geç) Sonunda şu oluyor. Gülerek: “Siz sırada değilsiniz, sıra arkamdan devam ediyor”. Karşıdan gelen tepki şu: “Buyur geç o zaman.”
Cidden detaya girmeyeceğim. Ama işte günün ilk siniri nur topu gibi geldi. Sinir hastası mıyım? Bilmiyorum. “Sıraya kaynamaya çalıştım evet ve bundan pişmanlık dahi duymuyorum. Üstelik buyur geç diyerek seni ‘patronize’ etmeye çalışıyorum ki daha da sinirlen” diyen biri var. Ve ben hasta mıyım diye kendime soruyorum.
Sinirimi içime atıyorum ben. Dışarıdan çok sakinim. Sağlığa zararlı biliyorum. Gülmeye başladım. Sinirlenince gülmek, en azından elimden bu geliyor.
Twitter’a
Ephemerals grubunun lideri Olive-Hillman Mondegreen ile 17 Mayıs’ta Zorlu PSM’de verecekleri konser öncesinde Londra’da buluştuk.
Ephemerals’ın üç albümü var. “Nothing is Easy” (2014), “Chase the Ghost” (2015), “Egg Tooth” (2017). Bu funk ve soul temelli grup türün klasiklerine selam çaksa da yenilikçi ve kişisel bir dokunuşa da sahip. Bu üç albümde bahsedilen temalar, anlatılan hikayeler klasik funk ve soul temalarından farklı yoga, vücut enerjini dengelemek gibi konular. Temelinde günlük meselelerden bahseden funk’ta ender rastlanan temalar.“Kişisel potansiyelini keşfetmek. Kadın ve erkek olmak ya da her ikisiyle ilgili” diyerek anlatmaya çalışıyor Hillman Mondegreen daha öncekilerden tamamen farklı olacağını söylediği yeni albümünü.
Turnenin ardından herkes kendi yoluna gidiyor
Soho’da bir vegan kafedeyiz. Ben bir espresso aldım, Olive ise kendine bir cappuccino söyledi. Bir süredir Olive adını da kullanıyor. Cinsiyet değiştirme ameliyatının hemen ardından bu ismi adına eklemiş. Ona kadın olarak devam edeceği yeni hayatını ve bu değişikliğin müziğini nasıl etkilediğini sordum. “Hayatımı ve bundan sonra yapacağım her şeyi etkilediği gibi müziğimi de etkiledi elbette. Bu konu benim
Çocuğunuzla müzeye gittiniz mi hiç? Enteresan (!) bir deneyim. Bazen aksiyon, bazen macera filmi tadında. Çoğu zaman da korku. İnsan iki buçuk yaşındaki çocuğuyla müzeye değil oyun parkına gitmeli aslında. Ne siz gezip gördüklerinizden bir şey anlıyorsunuz, ne çocuğunuz. Devamlı bir mücadele hali. Şimdi acıktı, nerde yiyeceğiz? Çişi geldi, tuvalet nerede? (Hep alt katta ya da üst kattadır). Esiyor, şapkasını çıkar çantadan. Sen koydun mu? -Yo, sen koydun
sandım ben.
Leyla yerleri elleme, pis. Leyla kordonun diğer tarafına geçmesen keşke.
Leyla koşma, düşecee...
(düştü). Leyla bağırma, bak burada bağırmıyoruz (o sırada bütün diğer çocuklar bağırmakta). Leyla’cım arabada otururken ayaklarını tekerleklerin üzerine koyarsan araba ilerlemiyor. Leyla’cım kalabalık yerlerde başkalarının bacaklarını tekmelemek de nereden çıktı?
Bu kadar da değil. Su içerken üzerine döktü, yedek tişört almış mıydık? Ağlamaya başladı, galiba aç. Hayır, hayır, uykusu geldi (c- her ikisi yani kusursuz fırtına).
Derken Leyla uyudu. Üzerine bir şeyler örttük. O uyurken biz de nerede olduğumuzu fark ettik. Londra’nın göbeğinde Trafalgar Meydanı’na bakan büyük bina National Gallery. Burada 15. yüzyıldan itibaren r
Bazı insanlar bazı işleri o kadar rahat ve doğal biçimde yaparlar ki, uzaktan bakınca bu durumdan etkilenmek yerine çoğu zaman “Bunu ben de yapabilirim” diye düşünürsünüz. Dışarıdan izleyen biri için çok kolaymış gibi görünür çünkü.
Size hiç olmadı mı? Bir yazı okuyup “Bu ne ki bunu ben de yazarım” demediniz mi? Bir film seyredip “Pardon ama bu kadar rolü ben de yaparım” diye düşünmediniz mi? “O pası bana verseler ben de atardım o golü” demediniz mi? Demişizdir. Mesela Federer’i izleyin, tenis oynamak dünyanın en doğal şeyi gibi gelir. Ama doğru değil.
Ancak ustalar, doğal yetenekliler ya da çok çalışanlar yaptıkları işi kolaymış gibi gösterir. Billie Marten hangisi emin değilim. Ama onu izlediğinizde, sakin ve berrak bir dere gibi usul usul akan sesi ve gitarıyla hikayeler anlatan bu 19 yaşındaki genç kadının yaptığını yapmak kolaymış gibi geliyor.
19 yaşındaki İngiliz şarkıcı ve söz yazarı Billie Marten’in ilk albümü “Writing of Blues and Yellows” 2016’da yayınlanmıştı. O dönem dikkatli kulakların hemen fark ettiği doğal vokali ve minimal müziğiyle ‘60’ların şarkıcı söz yazarı öncüleri kadar, Fiona Apple ve Feist gibi çağdaş sanatçıları da akla getiriyordu. Şiirler yazılan