Bazı insanlar bazı işleri o kadar rahat ve doğal biçimde yaparlar ki, uzaktan bakınca bu durumdan etkilenmek yerine çoğu zaman “Bunu ben de yapabilirim” diye düşünürsünüz. Dışarıdan izleyen biri için çok kolaymış gibi görünür çünkü.
Size hiç olmadı mı? Bir yazı okuyup “Bu ne ki bunu ben de yazarım” demediniz mi? Bir film seyredip “Pardon ama bu kadar rolü ben de yaparım” diye düşünmediniz mi? “O pası bana verseler ben de atardım o golü” demediniz mi? Demişizdir. Mesela Federer’i izleyin, tenis oynamak dünyanın en doğal şeyi gibi gelir. Ama doğru değil.
Ancak ustalar, doğal yetenekliler ya da çok çalışanlar yaptıkları işi kolaymış gibi gösterir. Billie Marten hangisi emin değilim. Ama onu izlediğinizde, sakin ve berrak bir dere gibi usul usul akan sesi ve gitarıyla hikayeler anlatan bu 19 yaşındaki genç kadının yaptığını yapmak kolaymış gibi geliyor.
19 yaşındaki İngiliz şarkıcı ve söz yazarı Billie Marten’in ilk albümü “Writing of Blues and Yellows” 2016’da yayınlanmıştı. O dönem dikkatli kulakların hemen fark ettiği doğal vokali ve minimal müziğiyle ‘60’ların şarkıcı söz yazarı öncüleri kadar, Fiona Apple ve Feist gibi çağdaş sanatçıları da akla getiriyordu. Şiirler yazılan (annesi), bol kitap ve dinlenecek plak bulunan bir evde büyüdüğünü anlatıyor. Evdeki piyano ve gitarı da buna eklerseniz manzara net herhalde. Plaklar arasında Damien Rice, John Martyn, Joan Armatrading, Joni Mitchell isimleri göze çarpıyor. Müziğindeki etkileri çok açık. Yorkshire yakınlarında doğanın ve vahşi yaşamın yakınında büyüyen Marten’in, bu ortamdan etkilenmediğini düşünmek zor. İlk yazdığı şarkılardan biri bir trene binip yeni yerler keşfetmek üzerineymiş (“I’m Gonna Run”). 17 yaşındaki biri için çok anlaşılabilir. İlk performansını 12 yaşındayken geçekleştirmiş. Yağmur yağıyormuş ve kendisini izleyen iki kişi varmış. Annesi ve dondurmacı.
Düzenlemeler daha keskin
Marten’in şarkılarındaki temalar kaçıp gitmek, aşk ve insan ilişkileri üzerine olduğu kadar evde güvende olmakla da ilgili. Dönüp gelinen bir yer olması sanırım herkesi rahatlatıyor. Yeni albüm “Feeding Seahorses By Hand” (“Deniz atlarını elle beslemek” gibi iddialı bir adı var bu albümün) duygusal olarak ilk albüm “Writing of Blues and Yellows” ile aynı coğrafyalarda dolaşsa da düzenlemeler daha keskin, grup müziği daha ön planda. “Blue Sea, Red Sea”, “Boxes”, açılış şarkısı olan “Cartoon People”, devamındaki “Mice” güzel örnekler. Buna karşılık “She Dances” “Vanilla Baby”, “Fish” arkadan belli belirsiz eşlik eden gitarı da duymazsanız “a capella” gibi etki yaratıyor. Billie Marten, yeni nesil ozanlar arasında dikkatli ve meraklı kulakların kayıtsız kalamayacağı türden genç bir ozan. İlk albümündeki minimal müziği, içeriğini ve psikolojisini hiç bozmadan çeşitlendirip zenginleştirerek ikinci albümüne taşıyor. “Gençlik kültürü” dediğimiz, birbirini kovalayan kısa ömürlü trendler dünyasında sırtını kendinden önceki büyük besteci ve şarkıcıların bilgeliğine yaslayarak kendi yolunu bulmaya çalışıyor.
5 YENİ ŞARKI
“Club Coco” Flamingods: Renkli, eklektik müzikleriyle her zaman şaşırtmayı başaran Flamingods geçen hafta yeni bir single yayınladı. Gayet tribal, gayet saykodelik. Yani albüm “Levitation”’ bu hafta sonu raflarda.
“Ducks” Kornel Kovacs: İsveç elektronik aleminden pek sevdiğimiz bağımsız label Studio Barnhus’un kurucularından Kovacs’ın yeni albümü “Stockholm Marathon”dan içimizde kelebekler uçuran melodiler, ritimler.
“CIg No FIre” The Young Shaven: Kadıköy’ün müzikal mozayiğinin son dönem adını duyuran renkli ekiplerinden The Young Shaven’ın yeni albümü “Hidden Hips”i sağda solda sormaya başlayabilirsiniz. En iyi haliyle evcilleştirilmemiş rock.
“Siz Beni Seviyordunuz” Simge Pınar: Simge Pınar’ın geçenlerde yayınlanan ilk albümü “Güzel Şeyler”’i dikkatle dinleyenlerdenim. İlişkiler ve insan doğasına ait kişisel hikayeler anlatan şarkıları arasından bu baladı not edip ayırmışım kenara.
“MedellIn (WIth Maluma)” Madonna: Madonna keşke uzun zaman sonra aynısından yüzlercesi listelerde mevcut olan bir şarkıyla değil, kendine has bir müzikle karşımıza gelseydi.