Sufjan Stevens geçen yaz, bir sabah uyandı ve yatağından kalkamadı. Hareket edemiyordu. Konuşamıyordu. Âdeta felç olmuştu. Elleri, kolları bacakları hissizdi.
48 yaşındaki şarkıcı, söz yazarı, indie alemlerin nadide ozanı, kardeşinin sırtında alelacele hastaneye taşındı. Haftalar boyu tedavi gördü. Sonunda taburcu edildi. Eski hayatına geri dönmeye çalışıyor. 20 Eylül’de yaptığı yazılı açıklamada halen ayakta duramadığını, terapi yardımıyla eski sağlığına kavuşmaya çalıştığını anlattı. Stevens’a Guillain-Barré sendromu teşhisi kondu. Nadir bulunan bir bağışıklık sistemi rahatsızlığı olduğu ifade edildi. Stevens bu sebeplerden yeni albümü “Javelin”i apar topar hiçbir promosyon çalışması yapmadan piyasaya sürdü bu hafta.
Üç ay önce yayınladığı albüm “Reflections” bale için bestelenmiş klasik müzik parçalarından oluşmaktaydı. Stevens’ın Timo Andres ve Conor Hanick ile ortak çalışmasında piyano için bestelenmiş parçalar vardı. Şahane bir albüm bu arada, mutlaka
Geçen hafta ani gelişen bir Cambridge seyahatimden notlar aktarmasam olmaz.
“Londra notları” da olsa köşemizin adı, Cambridge ile Londra birbirine çok bağlı iki şehir, konsepte çok ters düşmüş olmayız.
Cambridge, belki inanmayacaksınız ama Londra’nın banliyösü gibi bir yer bugün. Ekspress trenle 80 kilometrelik yol 55 dakikada bitiyor. Bu yolu her gün gidip gelen pek çok dostum var. Vagon zaten mobil iş yeri gibi. Laptop’lar açık, kulaklıklar takılı. Çıt çıkmıyor. Ray seslerinden başka duyulan tek ses klavyelere vuran parmakların sesi. Ha neden bu kadar mesafe çekiliyor diyecek olursanız, nedeni iki şehir arasındaki kira ve hayat pahalılığı farkı. Bazen de Cambridge’deki şirketlerde çalışanlar Londra’nın sosyal ortamından kopmak istemediği için bu yolu tercih ediyor.
Londra’nın hiçbir yerinde bu kadarını bir arada göremeyeceğiniz çok uluslu bir genç nüfus var Cambridge’de. Bu durum şehri çok hareketli ve geceleri eğlenceli bir yer haline getiriyor. Bütün
Las Vegas’ta 18 bin kişilik bir etkinlik salonu var. Bu konser salonunun içi 360 derece ekran. Küre şeklinde bir salon düşünün. Siz ortadasınız, dört bir yanınız ekran. Sınırsız köşesiz ekran.
Spherevegas.com adresinde bilgiler var. Dünyanın en büyük ve en yüksek çözünürlüklü ekranı, yeryüzünde yaşayabileceğiniz en “immersive” deneyim deniyor. Immersive, “içine alan, kapsayıcı, sizi çepeçevre kucaklayan” anlamında.
Yani diyorlar ki bir deneyimi gerçekten yaşasanız bile bu kadar yaşayamazsınız.
Mesela bir balinanın hemen yanında yüzen bir dalgıcı getirin bu küreye, kendi çektiği filmi burada izletin. Gerçeğinden daha gerçek yaşasın. Birisi şöyle yazmış Twitter’da (X’e X diyemiyorum henüz) “Burada sunum yaptığınızı düşünsenize”… Düşünemiyorum.
Gerçeği daha yakından deneyimlemek de değil burada olan biten. “Biz görüntüler kullanarak bir gerçeklik yarattık, gerçek hayatta algıladığınızdan daha iyi bir
Geçen hafta Alexandra Palace’ta üst üste iki gece gerçekleşen The National konserleri Londra’da haftanın önemli canlı müzik aktivitesiydi. İkinci geceye ben de İstanbul’dan gelen sevgili dostum Murat Abbas’la gitme fırsatı buldum. Murat, grubun koyu hayranı. Ben değilim. O yüzden hayran ve dinleyici farkını canlı olarak gözlemledim. İnsan hayransa üç saatten uzun süren konserin sonunu bekliyor. Değilse iki saatin sonunda çıkıyor.
The National sahnede pek de iyi değildi. Sözler unutuldu, şarkılar birkaç kez yarıda kesildi. İş şakaya vuruldu. Bunlar pek önemli değil ama olmasaydı daha iyiydi. Neden böyle oldu diye düşündük. Galiba bir açıklama bulduk. The National iki geceye iki ayrı setlist hazırlamış. İki farklı gece dinleyicisine iki farklı deneyim yaşatmak istemiş. Bu güzel, ama… Gecede yaklaşık 30 şarkıdan neredeyse 60 şarkı ezberlemek herhalde problem oldu. Öte yandan bazı hayranlar “Sorrow”u bazıları “Fake Empire”ı dinleyememiş oldu. Çünkü hit şarkılar ve bis’teki şarkılar
Bagel nedir? Bir nevi şişman, susamsız simit. Çıkış yeri Polonya’nın Yahudi toplumu deniyor. Tam olarak hangi ülkeden çıktığını bilemiyorum ama Yahudilerin bu şahane hamur işini gittikleri yere götürdüğü bir gerçek. Bagel özellikle New York’ta güncel kültürün bir parçası. “New York tipi bagel” diye bir şey var o yüzden. Normal bagel’dan daha da şişman, etli ama daha yumuşak. Valla anlatırken bile ağzım sulanıyor. Zaten sandviç seven bir insanım, bagel sandviçlerine karşı ayrı zaafım var.
İstanbul’dayken Kadıköy’de Naan’da bagel yapılırdı. Ama nedense o kadar pahalıydı ki bagel’lar, bir adet ekmek fiyatına tek bir bagel alıp yemek görgüsüzlük gibi gelirdi. Ayrıca genel anlamda simit varken insanların çok da yüzüne bakacağı bir şey değil bagel bizde, hele ki o fiyatlara.
Varşova’ya taşındığımızda Grzybowski Meydanı’nda (bu kadar çok sesli harfe aldanmayın jibovski diye okunuyor) bulunan dünya üzerindeki bir numaralı kafe kabul ettiğim Charlotte Menora’nın
Taa 20 yıl falan önce Almanya’da bir firma sigara kullanan işçilerini işten atmaya kalkmış hatta birini atmış, buna hakkı var mı yok mu tartışmaları başlamış, bu uygulama akıl dışı hatta basbayağı faşistçe karşılanmıştı çok büyük çoğunluk tarafından.
Mesele iş yerinde sigara içmek, ortalığı kokutmak, etraftakilere zarar vermek değildi. Firma, işe girişte sigara içmediğini söyleyen ama evinde içtiği belirlenen bir çalışanını kovmasını “yanlış bilgi beyanı” olarak açıklasa da herkes meselenin sigara üzerinden çalışanın sağlığı onun da üzerinden firmanın uzun vadeli çıkarları olduğunu biliyordu.
Sigara içen insanı ne iş yeri ne sağlık sigortası seviyordu. Tedavi pahalıydı. Sağlıksız işçi, verimsiz iş demekti. Eninde sonunda hastalanacak, kanser olup ölecek, dolayısıyla işletme için zarar, yük, bir nevi angarya olacaktı. Bile bile buna göz yumamazdı bir işletme. Kimse kusura bakmasındı, sağlıklı olanlarla yola devam edilecek, diğerleriyle yollar ayrılacaktı.
Bilimsel olarak söylenenler doğru tabii ki bu olayda. Yani sigara
BBC’nin süperstar DJ’lerinden Nick Grimshaw 2007’de girdiği BBC’de hızla yükselerek önce kahvaltı kuşağını sunmuş, ardından ‘drivetime’ denen işten eve dönüş saatlerini yani prime time’ı üstlenmişti. 2021’de ayrıldı ve kendi yoluna gideceğini açıkladı. Ardından da kitap yazmaya başladı. Geçen gün havaalanında karşıma çıkan kitap, tekerlekler İstanbul’a değdiğinde bitmişti.
İngiltere’de radyo hâlâ çok önemli. Hâlâ diyorum çünkü podcast’ler, YouTube içerikçiliği, Instagram’cılık yükselirken aceleyle “dergiler, gazeteler ölür” diyen ufuksuzlar radyoyu da ölmeden mezara sokmuştu. Ama yanıldılar. Radyo altın çağını yaşıyor. Özellikle de Londra’da. Ve kuşakları sırtlayan DJ’ler çok büyük paralara transfer oluyor. Grimshaw kendi yolunu çizdi ama ardından gelenlerle BBC radyoları ile rakipleri hem müziğin hem tartışmalarla haberin önemli merkezi ve mecrası durumunda.
Parantezi kapayayım ve
John Wick serisini duyuşsunuzdur. Keanu Reeves’in dört film boyunca yanlış yapanı yaşadığına pişman ettiği dizi. Hatta yaşamaktan kurtardığı (!) dizi. Alternatif bir gerçeklik perdesinin arkasında suikastçıların kendi kanunlarına göre bin bir dolap çevirdiği bu maceralı kült yapım, şimdi bir spin off’a sahip oluyor.
“The Continental”, (Başrollerde Colin Woodell, Mel Gibson, Ray McKinnon, Mishel Prada var), John Wick hikâyesinin geçmişine gidiyor ve olayların merkezindeki gizemli The Continental oteli anlatıyor.
Geçen hafta Londra’ya geldi, ekip topluca bir dizi röportaj verdi. Ben de mekâna uğrayıp neler olduğuna bir göz atmak istedim. Görüşmelerim sonucunda John Wick meraklılarına ve aksiyon sevenlere notlarımı aktarayım. Dizinin yapımcısı, John Wick’in de yapımcısı Basil Iwanyk’e göre John Wick hayranları bu diziyi de sevecek, çünkü iki yapım da aynı DNA’ya sahip.
“Eğer John Wick hayranıysan muhtemelen dizinin merkezindeki otel nasıl kuruldu merak ediyorsundur. Asıl hikâyenin geçmişine