Bagel nedir? Bir nevi şişman, susamsız simit. Çıkış yeri Polonya’nın Yahudi toplumu deniyor. Tam olarak hangi ülkeden çıktığını bilemiyorum ama Yahudilerin bu şahane hamur işini gittikleri yere götürdüğü bir gerçek. Bagel özellikle New York’ta güncel kültürün bir parçası. “New York tipi bagel” diye bir şey var o yüzden. Normal bagel’dan daha da şişman, etli ama daha yumuşak. Valla anlatırken bile ağzım sulanıyor. Zaten sandviç seven bir insanım, bagel sandviçlerine karşı ayrı zaafım var.
İstanbul’dayken Kadıköy’de Naan’da bagel yapılırdı. Ama nedense o kadar pahalıydı ki bagel’lar, bir adet ekmek fiyatına tek bir bagel alıp yemek görgüsüzlük gibi gelirdi. Ayrıca genel anlamda simit varken insanların çok da yüzüne bakacağı bir şey değil bagel bizde, hele ki o fiyatlara.
Varşova’ya taşındığımızda Grzybowski Meydanı’nda (bu kadar çok sesli harfe aldanmayın jibovski diye okunuyor) bulunan dünya üzerindeki bir numaralı kafe kabul ettiğim Charlotte Menora’nın pastırmalı bagel’larını o kadar çok severdim ki bazen her gün aynı şeyi yiyor demesinler diye arkadaşa alıyorum falan diyerek paket yaptırır, köşedeki Ogrod Saski Parkı’nda bir bank bulur, dev at kestanelerinin altında gizli gizli yerdim.
Londra’da bagel kolay bulunan, fırınlar, kafelerden başka süpermarketlerde de çeşit çeşit ve ucuza satılan bir şey olduğundan kimse “ejder meyvesi” muamelesi yapılmıyor kendisine İstanbul’da olduğu gibi. Shoreditch’te Brick Lane’de meşhur Beigel Bake vardır. (Bir sürü başka bagel’cı da var ama esas dükkan bu) 24 saat açık. Brick Lane, Doğu’nun 24 saat yaşayan aleminin kalbi olduğundan gece gündüz atıştırmak isteyenler buraya gider, ucuza karın doyurur. Ne zaman gitseniz kuyruk olur. Bagel demek kuyruk demek. İlk defasında kuyruğa girip 20 dakika bekledikten sonra tam da istediğim bagel’ı ısmarlayıp telefondan temassız ödemeye hazırlanırken tezgahtaki kadın “No card, only cash!” diye terslemiş, o hepimizin bildiği başparmak ve işaret parmağının birbirine sürütüldüğü evrensel “uçlan paracıkları” hareketini yapmış ve üzerinde para taşımayan ben, kadının elindeki kese kağıdına yutkunarak veda edip kös kös kapıya yönelmiştim.
Yahudi toplumunun yoğun olarak yaşadığı Kuzey Batı’daki Golders Green’de ana cadde üzerinde Carmelli var. Burası da gayet otantik bir yer. Bildiğimiz mahalle pastanesi görünümünde, aile işletmesi bir bagel fırını. Üstelik kredi kartı geçiyor değerli okurlar. Buraya girdiğinizde hem “para para gerçek para” diye azarlanmayacağınızı biliyorsunuz, hem de içeride üst üste apartman gibi dizilmiş bagel tepsilerinden yükselen kokuyu içinize çekerek “ciğerler işte asıl böyle bayram eder” diye düşünüyorsunuz. Buraya pazar sabahları dadanıyor, yiyemeyeceğim kadar çok bagel alarak eve dönüyor, evdekilerin anlamsız ve uykulu bakışları altında deneyler yapıyorum.
Bagel çılgınlığında -ki bu aslında anlatacağım gelişmeye kadar benim kişisel çılgınlığımdı- son nokta Primrose Hill’de yeni açılan It’s Bagels adlı dükkan. Burası eve yakın olduğundan bisikletle gittiğim, parkında oturduğum, ana caddesinde kahvecisine, pub’ına dadandığım bir nadide semtimiz. Önceki gün ana caddede hayat durmuştu. Bütün yeme içme dükkanları neredeyse boştu. Tek bir dükkanın önünde orantısızca büyük bir kalabalık vardı. İnsanlar kaldırım boyunca kuyruk olmuş, bu uzun kuyruk sokak içine dönmüş, sokak çıkmaz olduğundan sokağın bitimine kadar gidip oradan geri dönmüş, karşı kaldırıma geçmiş devam ediyordu. Galiba ana caddedeki herkes kuyrukta, kuyrukta olmayanlar da kuyruğu izlemedeydi. Bisikleti durdurdum. Yutkunarak anlamaya çalıştım. Bu tip bir şeyi en son Kovid zamanında ilk aşılama başladığında görmüştüm. Ama kuyruk aşı merkezine değil yeni açılan bagel’cıya gidiyordu. Huzursuzca caddede birkaç tur atıp sonunda ben de bu kuyruğa girmeye karar verdim. Genç yaşlı, beyaz yakalı, cephe işçisi (scaffolding denen dış cephe işi Londra’nın en önemli iş kolllarından biri, bunu da sonra anlatırım) öğrenci, ev kadını hatta saksağan (kuşlar dökülenleri yemeğe gelmiş) hepimiz heyecanla bagel bekliyorduk.
Sipariş kuyruğu 25 dakika sonra bittiğinde diğer tarafa öbeklenerek ismimizin okunmasını beklemeye başladık. Kimileri şanslı olduğumuzu, hafta sonu sabah erken gelmesine rağmen bir saatte ancak bagel’ını eline aldığını anlatıyordu. Derken isimlerimiz okunmaya başladı. “David, tuna salatalı! Emily yumurtalı bacon’lı” diye bağırılıyor. Herkesin gizli zevki ifşa ediliyor. Asık suratlı kadın (Seinfeld’deki soup nazi karakterinin bagel versiyonu) benim de adımı okuyunca bekleyenlere omuz ata ata koştum ve yemeğimi aldım. Parka gidip boşuna boş bank aradım. Bütün park aynı anda banklarda, yerde, ağaçların dibinde bagel yiyordu.
Nasıl olağanüstü güzellikteki sandviçi yerken mekanın web sitesini inceledim. New York’ta doğup büyüyen fotoğrafçı Dan Martensen 2019’da Londra’ya taşınmış ve doğru dürüst New York tipi bagel olmadığını fark etmiş. Çok da güzel iyi etmiş ve bugünlere getirmiş, dükkanı geçen hafta açmış. Artık New York usulü bagel satan bir yer var Londra’da, kapıda da devamlı kuyruk.