Taa 20 yıl falan önce Almanya’da bir firma sigara kullanan işçilerini işten atmaya kalkmış hatta birini atmış, buna hakkı var mı yok mu tartışmaları başlamış, bu uygulama akıl dışı hatta basbayağı faşistçe karşılanmıştı çok büyük çoğunluk tarafından.
Mesele iş yerinde sigara içmek, ortalığı kokutmak, etraftakilere zarar vermek değildi. Firma, işe girişte sigara içmediğini söyleyen ama evinde içtiği belirlenen bir çalışanını kovmasını “yanlış bilgi beyanı” olarak açıklasa da herkes meselenin sigara üzerinden çalışanın sağlığı onun da üzerinden firmanın uzun vadeli çıkarları olduğunu biliyordu.
Sigara içen insanı ne iş yeri ne sağlık sigortası seviyordu. Tedavi pahalıydı. Sağlıksız işçi, verimsiz iş demekti. Eninde sonunda hastalanacak, kanser olup ölecek, dolayısıyla işletme için zarar, yük, bir nevi angarya olacaktı. Bile bile buna göz yumamazdı bir işletme. Kimse kusura bakmasındı, sağlıklı olanlarla yola devam edilecek, diğerleriyle yollar ayrılacaktı.
Bilimsel olarak söylenenler doğru tabii ki bu olayda. Yani sigara öldürür. Ama işin diğer tarafında kişisel alana müdahale anlamında, kişisel haklar anlamında elbette yeni bir ölçüydü bu uygulama. Herkes şaşkındı.
O zaman sıra dışı bulunan bu mantık, şimdiki kuşaklar için çok çok normal. Biliyorum. Ben otobüslerde, uçakta, takside, dolmuşta, asansörde sigara içilen bir dönemde yaşadım. Benim çocukluğumda gençliğimde her lafın başında, oturup kalkınca, işe başlayınca, iş bitince, bir yere varınca, bir yerden ayrılınca, üzülünce, sıkılınca, mutlu olduğunda, terk edildiğinde, aşık olduğunda, paketi şöyle hoplatınca içinden kafasını uzatan sigarayı dudaklarının arasına alıp, cebinden (çakmak cebidir onun adı, hani şu kotun sağ cebinin üzerindeki küçük cepçik) çakmağını çekerek “zap” diye yakan, ardından nefesi içinde tuttuğu o birkaç saniye boyunca uzaklara bir yere bakmayan kimse yoktu.
Evlerde masaların, sehpaların üzerinde, dantel üzeri kristal, cam, ya da plastik bir kül tablası, içinde değişik paket sigaralar olurdu. İcabında afili sigaralıklardan sunulurdu misafirlere sigaralar ve birer biblo, dekorasyon nesnesi gibi tasarlanmış masaüstü çakmaklarıyla yakılırdı. Misafirin ciğerlerinin bayram etmesi hedeflenirdi. Bu lafa artık sadece eski Türk filmlerinde rastlarsınız.
Bayram ziyaretlerinde kalabalık salondaki mobilyaların üzerine henüz çökmeden avizelerin çevresinde ağır ağır dolaşıp duran bir gri duman olması standarttı. Kimse çocuklar var aman onları zehirlemeyelim demezdi. Pasif içicilik deseniz, herhalde ne pasifi ne diyorsun sen hemşerim diye kavga çıkardı.
Kapalı mekanlarda, kafelerde, barlarda, restoranlarda, konser salonlarında sigara kanunla yasaklandığında ben 38 yaşındaydım. Ne var ki Birleşik Krallık Başbakanı Rishi Sunak, 1 Ocak 2009’dan sonra doğanların hayat boyu sigara satın alamayacağı bir yasayı hazırlayıp tartışmaya açtığında, bende hâlâ işin kişisel hak ve özgürlükler kısmı, sağlık kısmından ağır basıyor.
Ona normal gelmesini anlıyorum. Tıpkı ondan 15-20 yaş küçüklerin “E ne var bunda” demesini de anladığım gibi.
Yeni Zelanda bu yasayı çıkardı ve emsal oldu (Onun da benden 10 yaş küçük olan başbakanı için normaldir) bu iş yarın döner dolaşır bize de illaki gelir.
Lafı uzattım. Eski sigara deneyimleri için ne acayip zamanlarmış diye düşünüyorum. Gerçek üstü geliyor anılarımdaki sigara. Sigarayı bırakalı yıllar yıllar oldu. Zamanında içen sevdiklerime hep üzülüyorum. Kendi içtiğim yıllar için de pişmanım. Kimseye tavsiye etmem. Sigara eşittir zehir.
Sigara, yaşamım boyunca önceleri sağlıklı sonraları zehir kabul edilen bir sürü şeyden biri. Emin olun bugün yediğimiz içtiğimiz şeylerin de bir sürüsü yarın yasak ve zehir olacak. Ancak yarın da gofret, kola ya da hamburger almayı yasaklamak yerine sağlıklı olmayı kişi kendi arzusuyla seçmeli diye düşünüyorum. Bu konuda eğitim önemli diyorum. Kişisel özgürlükleri otoriteye teslim etmeye başlarsak bunun devamı gelir diyorum. Hayal bile edemeyiz nereye gittiğimizi diye düşünüyorum. Bu konular çokça tartışılmalı diye düşünüyorum. Düşünüyorum da düşünüyorum.