15 Temmuz darbe girişiminin ardından bir değil, iki değil, onlarca “demokrasi şarkısı” bestelendi. Besteciler arasında Ümit Besen bile var
Bu yazın hit’i hangi şarkı olacak, acaba Serdar Ortaç’ın 1.558’inci kez aynı melodi ve ritim üzerine farklı söz yazarak (“Google trends”de o ara ne varsa) piyasaya sürdüğü yepyeni şarkı mı, yoksa Hande Yener’in yine muhakkak yepyeni, öncü, avangart poplamaları mı diye beklerken 15 Temmuz büyük oyunu değiştirdi. Ne Ortaç, Hande Yener, Boz, Dalkılıç ne de darbe girişiminden bir hafta önce yeni single’ı “Cuppa”yı plajlara, sahillere fırlatan Tarkan...
Artık en büyük organizasyon miting, en büyük hit 15 Temmuz marşı.
Geçtiğimiz hafta dikkatinizden kaçmamıştır, bütün basın aynı anda “İşte 15 Temmuz demokrasi destanı marşı” diye bir marşı halka servis etti. Ben bu marşı dinleyeyim diye Youtube’a girince kendimi marşların arasında buldum.
Bakın demokrasi yazının an itibarıyla
hit şarkıları şöyle...
İlk marş, az önce bahsettiğim, bütün basının haber sitelerinden paylaştığı, Hanefi Söztutan adlı şahsa yazdırıldığı belirtilen demokrasi marşı. Müzikal açıdan özetle “Kiziroğlu” tarzı diyebileceğim standart bir seçim dönemi şarkısı görünümünde. Sözlerde
Pazar günü Yenikapı’ya gitmedim ama orada ne olup bittiğini hepimiz biliyoruz.
Şu oldu, o bunu dedi, diğer şöyle yaptı... Bunları iki dakika unutun. Ben size bugün bunlardan da söz etmek istemiyorum.
Ben aynı saatlerde olimpiyatların açılış töreninin tekrarını izlemeye çalışıyordum TRT’de. Onu anlatayım.
İzlemeye çalışıyordum yerine belki de, “TRT’nin son anda yalapşap yayınlamaya karar verdiği Rio 2016’nın açılış törenini sunması gereken yorumcuların bilgisizliği, hazırlıksızlığı ve genel kültür eksikliğiyle yaralanıyor ve üzülüyordum” demeliyim.
Ne meşaleyi taşıyan sporcuları tanıyorlardı, ne bayrak taşıyanlar dışındaki sporcular hakkında bilgileri vardı. Lafı çevirmek, hiçbir şey söylemeyen cümlelerle ekran başındakileri oyalamak dışında en utanç verici anlar kameraların belli sporcuları ya da olimpiyat yöneticilerini yakın plana aldığı anlardı.
Bu anlarda tabii neden bu zatışahane bize gösteriliyor, bu kimdir gibi sorular zihinlerimizi meşgul ediyor. Elbette yanıtlarını alamıyoruz. Yorumcular adına ben ekran başında utandım. Muhtemelen onlar da son anda görevlendirilmişti ve elbette kabahat sadece onların üzerine yıkılamayacak kadar büyüktür.
Biz yıllarca olimpiyatları düzenlemek
Son dönemde konserleri iptal olan organizatörlere göre Türkiye’deki durum yurt dışından bakınca, olduğundan daha gergin görünüyor. İptallerin en önemli nedeni bu
İptal olan konserler artık o kadar fazla ki çoğu haberden bile sayılmıyor. Eskiden Muse, Sia, Skunk Anansie çapında bir sanatçı konserini iptal (hele güvenlik gibi bir nedenle) etse ortalık yıkılırdı. Güzel günlermiş. Konserlerin ya da iptallerinin bugüne göre daha fazla önemsendiği, ses getirdiği günlermiş anlamında söylüyorum, yanlış anlaşılmasın.
Promoters Alliance’dan Siyabend Süvari’nin bu yaz iki festivali iptal oldu: IstanbulBlueNight (headliner’ı Muse’du) ve Masstival (headliner’ı Sia’ydı). Ancak konfirme olup daha açıklayamadan iptal olan iki büyük konserleri daha var.
Müziksevere şu dönemde büyük iş düşüyor
İptal nedeni genel olarak “Türkiye’deki durumun belirsizliği ve ekiplerin korkması” olarak belirtiliyor.
“Güvenlik tedbirlerimiz konusunda şüpheleri yok aslında ama şu anda tüm dünyada Bataclan ve Nice sonrası artan bir gerginlik var. Bize biraz daha fazla yansıyor coğrafi konumumuzdan dolayı” diye anlatıyor Süvari: “Sanatçılarda Türkiye hakkında kötü bir imaj yok, gergin hava diner dinmez gelmeye devam
1- “Big Cat” - Wild Beasts: İngiliz ekibin “Boy King” adlı yeni albümünün açılış şarkısı. Wild Beasts adına çok da alışık olmadığımız orta tempolu bir dans şarkısı formunda. Grup metaforlarla zamanın eleştirisini yapmaya, bu arada günümüzün indie/art rock manifestosunu yazmaya devam ediyor.
2- “Safe and Sound” JustIce: 2011’deki “Audio Video Disco”dan bu yana beş yıl geçti. Bu sürede dünya (memleketleri Fransa da) daha güzel bir yer olmadı ama Justice güzelleşmiş. Bu power funk disco parça yeni malzemelerin de habercisi.
3- “The Snowfalls” - Whyte Horses: Aceleye gelmiş gibi duran bol flanger’lı gitar arpejleri, riff’ler ve titrek bir kadın vokali, garaj kaydı izlenimi veren davullar. Bütün bu “çalakalem” estetiğine aldanmamak lazım. Söz konusu olan bilinçli bir 60’lar surf rock güzellemesi.
4- “TIny” - DInosaur Jr.: Babalar yeniden bir araya gelip müzik yapmaya başlayalı 10 yıl oldu. 2016 tarihli yeni albümün adı “Give a Glimpse of What Yer Not”. Bu distortion gitarları nerede duysam tanırım, severim. Dinosaur Jr. hâlâ yüksek enerjili müzik yapmaya devam ediyor.
5- “Furnaces” - Ed Harcourt: Harcourt’un “en cesur işi” olarak nitelenen, 19 Ağustos’ta yayınlanacak bu “eyvallahsız”
“Bizim neslin görmediği bir uzaylı istilası kaldı.” Geçen gün birisi yazmış. Aklımın köşesine yer etti. Hakikaten insan düşünüyor, daha ne göreceğiz, nükleer felaket mi? Uzaylı istilası mı?
Tarihe tanıklık etmek böyle bir şey olsa gerek. Yalnız gelecek nesillere hiç tavsiye etmiyorum. Tarihe tanıklık etmek çok sıkıcı bir şeymiş sevgili gelecek nesil.
Siz evinize kapanıp müzik dinleyip, klasik yönetmenlerin sinemasına sarın, Rus, Fransız ve Türk klasiklerini okuyun. Dostoyevski, Balzac, Kemal Tahir, ileride gündem diye size dayatılacak saçmalıktan çok daha güncel olacak her zaman. Bir de birbirİnizi sevin. Bana inanın, böylesi en güzeli.
Bir yandan ileride çocuğuma anlatacağım çok hikâye var diyorum, öte yandan, ya hasta mısın, çocuk bu saçmalıkları ne yapsın diyorum. Bu kadar saçma sapan insanın adını, yaptıklarını öğrenerek neden kendine eziyet etsin çocuk?
İnsan bunları tarih diye anlatmaya utanır.
1 yaşımdayken 12 Mart Muhtırası olmuş. 10 yaşında darbe gördüm, 12 Eylül. 28 Şubat’ı ve 27 Nisan’ı ayrı, 46 yaşında bir de darbemsi gördüm. Silahlar patladı, Meclis bombalandı, tanklar köprüyü kapattı, halka ateş açtı, başbakan olan biteni tankın yanından geçerken “Hayrola,
Seksenlerin gençlik filmleri dönemine göndermeler yapan “Stranger Things”, dizi meraklılarının yeni saplantısı. Ayakkabılar, kıyafetler, arabalar, mobilyalar, saçlar, giysiler, teknolojinin henüz hayatı ele geçiremediği ama varlığını hissettirdiği bir yaşantı; benim gibi 80’lerde çocuk olanların her zaman ilgisini çeken detaylar.
80’ler gençlik filmleri sıradan, hatta sıkıcı ve depresif banliyö yaşamını ütopik ve sihirli bir macera dünyasına çevirmeye ve seyirciyi bu tarafıyla yakalamaya girişir. Ben de en fazla bu yönünü sevmişimdir bu dönem filmlerinin, “E.T.”den “Jaws”a.
Zira ben de İstanbul’un bir banliyösünde Ataköy’de doğup büyümüş biriyim. Muhabbetler tanıdık geliyor. “Macera uzakta değil, evinde, odanda, bahçende, mahallende” fikri her zaman çok cazip gelmiştir.
Kafalar karışık
“Stranger Things” 2016’da işte bu kulvara oynuyor. Bunu yaparken Steven Spielberg, George Lucas, Wes Craven, Joe Dante ve o döneme damgasını vuran pek çok yönetmenin filmlerine ve sinemasına göndermeler yapıyor.
Heyecan verici olması bundan. Dekor, kostüm şahane, hikaye harika, mekanlar nefis, Amerika’nın sıradan bir kasabasında olağanüstü şeyler oluyor, içinde gizli deneyler yapılan bir enerji tesisi,
Geçenlerde bir teyzemiz (böyle hitap etmek istiyorum, tanımasam da hem sempati hem samimiyet hissettiğimden) mağazanın birinde kızına hediye almaya çalışıyor. Bütün dükkan anne-kızın bu muhabbetiyle inliyor. Çünkü teyze FaceTime’ı açmış, karşıdaki kızına bangır bangır “Bu mu, yoksa bu mu?” diye raflardaki ürünleri tek tek gösteriyor.
Teyze canla başla teknolojiden faydalanmaya çalışıyor ve takdirimizi kazanıyor ama kızı sıkıntılı: “Anne yamuk tutma şunu, düzgün tut, bir şey göremiyoruz.” Hepsini duyuyoruz çünkü teyzeler kulaklık takmaz.
Yüksek sesli muhabbetler
Teyze kısa film yönetmeni gibi elindeki telefonu bir sağa bir sola eğip doğru açıyı bulmaya çalışıyor. Karşıdan “Sağa, biraz daha sağa, sola sola, çok gittin geri gel” şeklinde komutlar geliyor. Bize fenalıklar geldiği noktada beklenen müdahale geliyor. Tezgahtar kızımızın yardımlarıyla başarı geliyor. Teyze doğru oyuncağı alıyor. Hepimiz rahatlıyoruz. Teknoloji kazanıyor, kız kazanıyor. Win win...
Bir diğer olay Moda sahilindeki çay bahçesinde günbatımı manzarasını arkadaşıyla paylaşmaya ant içmiş teyzeden gelsin. Yine bangır bangır, güneşin batış açısını, yalnız ışığın şu an ters olduğunu, o yüzden manzaranın ve gökyüzündeki
Wired dergisinin son sayısında kıyıda köşede kalmış bir mini anket dikkatimi çekti. Uzmanlara yöneltilen soru şu: “Önümüzdeki 10 yılda casuslar hangi yeni teknikleri kullanacak?”
Verilen yanıtlar enteresan. Mesela algoritmalar sosyal medyadaki hesapları inceleyecek ve “şüpheli” hareket edenleri teşhis edecek. Sakıncalı olduğuna karar verilen kelimeleri kullanmak, eylemlerde bulunmak, mekânlarda bulunmak hemen tespit edilecek ve sizi otomatik olarak “şüpheli” yapacak. Aslında bu yöntem bugün kullanılıyor. Ancak mükemmelleşmiş değil. 10 yıl içinde hatasız olacağı söyleniyor.
Algoritma deyince aklıma müzik sektörü gelir benim. Bugün sektörün temel sorunu kişiye özel müzik önerileri sunmaktır. Spotify, Apple Music ve diğer büyük oyuncuların rekabet ettiği en önemli alan bu. Hayatı güzelleştirmeye, size seveceğiniz gruplar ve müzikler önermeye yarayan algoritmaların aynı zamanda sizi gözetlediğini bilmek rahatsız edici.
Müzik alışkanlıklarınızı takip eden, anlayan, ve zevkinizi belirleyerek hoşlanacağınız şeyleri bulup öneren yazılım, aslında sizi gammazlamaya da yarıyor. Sırf meraktan cihadi rap dinleyen biri (mesela ben) günün birinde kolayca şüpheli olabilir. Konu bireysel