İtiraf etmem gerekirse çoğu zaman sözün dönüp dolaşmasına da gerek yok, insanlar “Merhaba, n’aber” dedikten iki saniye sonra konunun içinde buluyor kendini. Konu dediğim “Bu ortamda nasıl ayakta kalacağız?” sorusu ve yanıtlama girişimleri.
“Bu ortam”dan kasıt, elbette siyasi kamplaşmalar, terör, şiddet ve toplumdaki etkileri arasında müzik yapmak, insanları eğlendirmeye keyiflendirmeye çalışmak. Zor iş. Ama hepsi bu değil. Müzikteki dertler ve sıkıntılar keşke sadece bundan ibaret olsaydı.
Geçenlerde Yalın’ın, dört yıl aranın ardından bu hafta sonu yayınlanan yeni albümü “Bayıla Bayıla”nın lansmanı için müzik camiasından yazarlar, Yalın ve ekibi ile bir aradaydı. Alp Ersönmez ve Volkan Öktem’le ayaküstü sohbet etmek güzeldi. Yalın da katılınca konu yine malum yerlere geldi.
“Bizim işimiz hiçbir şey olmamış gibi yapma sanatı” dedi Yalın: “15 Temmuz gecesi ekipçe Marmaris’teydik ve albümün bitişini kutluyorduk. Darbe oldu, helikopterler uçmaya başladı tepemizde. O günden beri, yayınlayıp yayınlamama arasında gittik geldik, bu ortamda kim ne yapsın dedik. Ama bu kadar emeğin boşa gitmesini istemedik neticede.”
Yalın’ınki kadar doğrudan olmasa da sanırım pek çok müzisyen şu veya bu
Bebeğinizle oturup aynı albümü dinleyebilseniz ve ikinizin de hoşunuza gitse nasıl olur? Bence mümkün. İşte bebeklerin de dinleyebileceği 10 yetişkin albümü
Geçen gün bizim ufaklık salonda uyumakta. Bende bir müzik dinleme arzusu. Öyle bir şey dinlesem ki hem bebek müziği olmasa hem de bir bebeğe uygun olsa. Evdeki albümlerin arasında bulduklarım, internette dolanırken not ettiklerim derken bir sürü albüm birikti. Farklı farklı türlerden birkaçını seçip alt alta koyunca da şöyle bir liste oldu.
- “Songs Of Leonard Cohen”-Leonard Cohen: 1967 tarihli bu albüm Cohen diskografisinin ilk albümü. “Suzanne” ile açılıyor. “Winter Lady”, “So Long, Marianne”, çok sevdiğim “One of Us Cannot Be Wrong” hep bu albümde. Vokal-akustik gitar ikilisine bazen bas eşlik ediyor. Sade, yalın, güçlü. Temel kulak eğitimi gibi.
- “Mala”-Devendra Banhart: İlk dinlediğimden bu yana bu albümün ninni gibi olduğunu düşünmüşümdür. Çocuğuma dinlettiğim ilk albüm oldu tesadüfen. Hastaneden eve geldik, pikaptaki plak buydu ve pek güzel sakinleştirdi bizimkini. Devendra Banhart’ın Güney Amerika esintili melez müziği, kendine has folk anlayışı, mizahi vokali ve sözleri zaten tıpkı bir çocuğun büyülü dünyası gibi
‘Suriye’ye girmişiz!‘
“Kaka yapmış mı, kaka?”
“Ordumuz Cerablus’u...”
“Ne renk? Sarı mı?”
“Fırat kalkanı, PYD...”
“Taneli mi, tane var mı?”
“Işid değil Daeş...”
Kusuruma bakmazsanız bir hafta ortalıktan kaybolmaya karar verdim. Tatile güney sahillerine inmiyorum. Evin, eskiden çalışma odam olan, şimdi pembe perdeleriyle iyice cicileşmiş, arka odasına çekiliyorum. Biraz bebek bezi değiştirmem lazım. Isıtılması gereken biberonlar, dezenfekte edilmesi gereken kap kaçak beni bekler. Bir haftalık kızımın sırtına tıp tıp yapmak suretiyle gazını çıkarmam, ağlamaya başladığı zaman kucağıma alıp biraz sallamam, kendisine henüz anlamasa da hikâyeler anlatmam, eğer illa ağlamaya devam ediyorsa başucundaki koyununun düğmelerden birine basarak su sesi, kalp atışı veya uyku müziği (balina şarkısı seçeneğine henüz başvurmadım) çalmam gerek. Göbeği düşüp ilk banyosunu yapınca aranıza dönmüş olurum. Bir yere ayrılmayın...<#comment>#comment>
Belediyeler halka ücretsiz müzik hizmeti verebilir. Ama bu nasıl olmalı? Bir defa belediyeler illa eğlendirmek durumunda değil. Kişiyi geliştiren, kültürünü artıran, ona başka bir dünyanın kapılarını açabilecek çalışmaların peşinde olmalı. Kamu hizmeti bunu gerektirir. Dünyanın her aklı başında şehrinde de bu böyledir.
Bir kültür hizmeti
Klasik müzik konserleri, caz, Türk sanat müziği, halk müziği gibi temel sayılabilecek türlere yatırım yapmak lazım. Bu alanda düzenli ücretsiz konser ve workshop’lara kimin itirazı olabilir ki? Öte yandan konservatuvarlar ve tiyatrolar ne kadar verimli çalışıyor tartışılır. Ayrıca Anadolu’da pek çok şehirde ve kasabada bu tip kurumsallaşma da bulunmuyor.
Bakın Kadıköy Belediyesi Süreyya Operası’nda fuaye konserleri düzenliyor. Opera binasının fuayesindeki merdivenlerin önüne konan iki nota sehpası ve fuayedeki sandalyelerden ibaret bir düzen. Konserler ücretsiz. Bir tanesini izledim. İlgisi olanlar önceden yer biletlerini alıyor. Gişeden sınırlı sayıda veriliyor bu ücretsiz biletler. Şahane bir ortam var; yaşlısı genci yıl boyu klasik müzik dinleme fırsatı buldu burada. Birçok genç insan önemli bestecilerle bu konserler sayesinde tanıştı. Bu uygulama
Ücretsiz belediye konserleriyle ilgili yazıma tepkiler geldi. “Ne güzel işte, halk bedava konser izliyor, bunda eleştirilecek ne var?” diye sormakta kimileri. Daha etraflı açıklamalar farz oldu.
Müziğin gökten düşen bedava bir dünya nimeti olduğu fikri korsanla başladı, yasa dışı indirmeyle devam etti, sponsorlu platformlar üzerinde internetten ücretsiz kitlesel paylaşımla zirve yaptı.
Oysa müzik bedava değildir, olamaz. Burada emek vardır, bilgi vardır, birikim vardır. Şarkılar ağaçta yetişmiyor. Her gün sigaraya, döner ekmeğe, otoparka, çaya kahveye para veriyoruz da müziğe gelince neden yan çiziyoruz o halde?
Para vermeyi sevmezdik
Bugün internet üzerinden paylaşılan, satın alınan ya da dinlenen (stream) müzikten gelir elde ediliyor, bu gelir de her yıl artıyor. Ancak müziğin bedava bir şey olduğu fikri artık yeni kuşaklarda yerleşmiş durumda. Çünkü müziğe para ödemiyorlar. Onlar adına ya sponsorlar ya reklamveren toplu ödeme yapıyor.
Sektörde dönen para doğrudan kullanıcının cebinden çıkarak sanatçının ya da firmanın cebine girmiyor. Çağın şartları farklı finansal yapılar gelişmesini gerektirdi. Ağırlıklı olarak internetteki dev dağıtımcılar olan Apple Music, Spotify ve benzerleri
Sıla Yenikapı mitingine katılmadı diye cezalandırılıyor. “Demokrasiden yanayım, darbelere karşıyım” dediyse de dinleyen yok. Hedef gösterilmenin bu ortamda ne kadar ciddi sonuçları olabildiğini biliyoruz. Umarız Sıla’nın başına tatsız bir iş gelmez.
Ancak aslında geldi bile. Belediyeler Yenikapı mitingi hakkındaki tutumu dolayısıyla Sıla’yı cezalandırmaya ve yaptıkları konser anlaşmalarını iptal etmeye başladı. Ne Sıla’ya ne de herhangi başka birine, özgür bir birey olarak düşüncesini ifade ettiği için uygulanan mobbing kabul edilemez. Ancak bu hadise çok farklı bir sorunu da gündeme getiriyor.
Türkiye’de müzik sektörü, bizzat yapım şirketleri ve meslek kuruluşları tarafından bazen bilgisizlikten bazen de dar bir çevrenin kısa vadeli yüzeysel hesapları dolayısıyla kötü
yönetilerek bitirildi.
Ardından PKK terörü, cihatçı terör geldi. Bombalarla birlikte salonlar iyice boşaldı, sonunda bütün konserler, festivaller bir bir iptal olmaya başladı. Albüm satılmayan bir ortamda yerli sanatçıları ayakta tutan sponsorlardan sağlanan
gelir de iyice azaldı.
Ancak bir 10 yıl geriye gidersek sorun aslında sponsorluk ilişkilerinden başlıyor.
Emek Sineması yıkılırken alkışladınız mı? Zaten eskiydi, fareler vardı,
küf kokuyordu diye dalganızı geçtiniz mi? Emek’i kurtarmaya çalışanlara, protesto edenlere eziyeti destekleyip “İyi oldu” dediniz mi? Bunlar hiçbir
şeyi beğenmez, hepsi komünist, sosyalist, geri kafalı dediniz mi?
Hepsini yaptınız. O yüzden şimdi hiç ağlayıp sızlanmayın kardeşim Beyoğlu da Beyoğlu diye. Bunu siz yaptınız. Siz istediniz. Bir kere olsun sorumluluk alın. Yanlış yaptık deyin ve hatada ısrar etmeyin.
Satırla kovaladınız
Biz Emek konusunda yazıp çizerken “Emek sadece Emek değildir” derken bunları kastettik. Dinletemedik.
Asmalımescit’te masaları kaldırmayın, dünyanın her medeni yerinde olduğu gibi bir düzenleme getirin dedik, dinlemediniz. Beyoğlu’nun sakinlerinden, esnafından görüş almadınız. Beyoğlu’nu, Asmalımescit’i alternatif kültürün merkezi yapan insanların, kültür sanat alanındaki kanaat önderlerinin, mimarların, akademisyenlerin, mahallelinin fikirlerine değer vermediniz. Burnunuzun dikine gittiniz. Buyrun. Elinizde artık boş sokaklar, para etmeyen dükkanlar kaldı.