Her gün uğradığım kafenin penceresinden görünen şu iki binanın hayli acıklı bir hikâyesi var. 19’uncu yüzyıl sonlarında inşa edilmişler, Beyoğlu’ndakilere benziyorlar biraz. Bugün birinin altında Strefa adında lüks bir restoran var. Mumm logoları altında şampanyalarını yudumlayan şık beyefendiler ve hanımefendiler onları yakıcı Varşova güneşinden koruyan beyaz tentenin altında düzeyli sohbetlerine devam ederken, sabırla yemeklerini bekliyorlar. Lüks cipler, spor arabalar geçerken yavaşlayıp tanıdık var mı bakışları atılıyor. Diğer bina, restoranın tam karşısındaki, şu anda restorasyonda. Eskimiş tuğlaları, camsız pencerelerinden görünen karanlık koridorları, odaları var.
Varşova’nın tam göbeğinde bugün komünist dönemden kalan toplu konut binalarının, son yıllarda yapılan lüks rezidansların, iş kulelerinin yükseldiği, yanı başında Google’dan Deloitte’e global şirketlerin merkezlerinin bulunduğu Grzybowski meydanı burası.
Meydana açılan Prozna Sokağı’nın girişinde yer alan bu iki bina, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerin yerle bir etmeyi başaramadığı yegâne anıtlar gibiler. Yahudi Ghetto’sunun tam sınırında, bir yanı geniş Marszalkowska Caddesi, diğer yanı Gryzbowski Meydanı’nda olan bu
Spotify’ın piyasa değeri, John Coltrane’in kayıp albümü, yerine lüks konut yapılacak bir tarihi stüdyo ve 1076 şarkılık bir dinleme listesi... Geçen haftaya şöyle bir bakış.
Spotify geçen nisan ayında 23 milyar dolar değerlemeyle borsada işlem görmeye başlamıştı. Bir fikir vermek açısından söyleyeyim, Türkiye’nin en değerli 11 şirketinin toplam piyasa değeri 90.3 milyar dolar. Üç aylık borsa macerası sonucunda 31 milyar dolara yükseldi değeri. Spotify neredeyse dört tane Türk Hava Yolları ediyor. 2008’den bu yana yaklaşık 10 milyar dolar telif ödemiş Spotify hak sahiplerine. 75 milyon ücretli aboneye sahip. Ayda 159 milyon insan müzik dinliyor bu sistem üzerinde. Neden geleceğimiz için “ileri teknoloji”ye yaratıcılığa ve özgür düşünen nesillere ihtiyacımız var, sanırım bu güncel örnek iyi anlatıyor.
Ölümünden sonra çıkan kayıtlar
Netflix’in John Coltrane belgeseli, sanatçı hakkında çok temel bilgiler edinmek isteyenleri aydınlatıcı nitelikte. Müziğe bakışı, hayata bakışı, iniş çıkışları, tükendiği ve her şeye yeniden başladığı köşe başları. Uyuşturucuyla imtihanı ve temiz bir insan olmaya karar verdikten sonra müzikteki zıplaması ve karakterini bulması. Miles Davis’le patron-çalışan,
Lily Allen’dan Snail Mail’e, Morcheeba’dan Daze’e yeni çıkan albümler arasında bir gezinti.
Kaliteli bir pop albümü dinlemek isteyenler bu hafta Lily Allen’a başvurmalılar. Yeni albümün adı “No Shame”. Adında da belirtildiği gibi “Utanmıyorum” diyor Allen. Terk edilmiş olmaktan, hatalar yapmış olmaktan. Allen 2006’da “Alright, Still” ile adını duyurmuştu. İnsanların MySpace’e demolar koyup ünlü olabildiği zamanlardı. Allen da böyle yapmıştı, bu dönemin mahsulüydü.
İlk albümünden bu yana kabaca “kendisini terk eden adam”lara şarkılar yazarak yoluna devam etti. İlişkileri olgunlaşsa da bu durum değişmedi. Allen pişman değil, Allen hatalarından, yanlış tercihlerinden utanmıyor. Allen şarkılarında insani yanını anlatmayı seviyor. “Ne yapayım ben böyleyim” diyor. Bunu derken kuru bir individüalizm evrenine vurgu yapmak yerine sırtını “girl power”a dayıyor. Müziğine gelince, her zaman beat’lerle, dansla arası iyi oldu. Bunların üzerine “ironik” cici kız vokallerini döşedi. Bu vokallerle küfretti yeri geldiğinde. Bu yeni albümünde 2006’ya göre daha sofistike ayrılışlardan söz ediliyor. Müzikal açıdan daha derin beat’ler kullanılmış. Ortam, partiden afterparty’lere, partystarter havalara
Siyasetçilerin miting performanslarına dair gözlemler yazmaya ilk Cem Uzan’ın mitingleri zamanı başlanmıştı yanlış hatırlamıyorsam. Gerçi 1999 seçimlerinde Anap, Mahsun Kırmızıgül ile anlaşmıştı. İl il o da Mesut Yılmaz’la dolaşıyordu. “Konser ve miting bir arada” formülü o zaman devreye girmişti. Ama mitingleri ciddi ciddi konserlerle iç içe götürmek Cem Uzan’a denk geldi. Onunkiler festival gibiydi. Alana helikopteriyle iner, mitinginde sahneye çıkacak sanatçıları da gerekirse aynı yöntemle getirtirdi. İbrahim Tatlıses, Gülben Ergen dâhil ne sanatçılar...
Festival demem şundan. Önce Cem Uzan konuşur. Sonra sanatçılar konser verir. Yani neredeyse bütün güne yayılan bir etkinlik olur. Çünkü önce sanatçılar çıkarsa Uzan’ı dinlemeye kimse kalmaz. Millet bekler de bekler. Bazen homurdanmalar olur. Sonunda sanatçı sahneye çıkar. Bazen de önce bir iki sanatçı ortamı ısıtır, arada bedava döner ekmek ya da köfte ekmek dağıtılır kalabalık iyice kıvama gelince beyaz gömleğiyle assolist olarak çıkardı. 150 kadar miting yaptı yanlış hatırlamıyorsam o zaman.
Mesela 7 Ekim Sakarya mitinginde önce Nihat Doğan çıkmış. Ardından Ebru Yaşar. Uzan’dan sonraysa Nadide Sultan konser vermiş. Bugün
Yeni bir festival geliyor. Adı Red Bull Music Festival. Daha önce New York, Sao Paulo, Los Angeles, Paris’te gerçekleşen bir müzik festivali konsepti bu yaz sonunda İstanbul’da da düzenlenecek. Bu şehirlerin arasında İstanbul’un sayılması ne kadar güzel. Şehrin üzerindeki olumsuz havanın da kalktığına işaret olarak algılamak istiyoruz bu haberi. Festival bir müzik festivali ama sadece konserlerden ibaret değil. Konserler ve performanslar yanında şehrin özel kimliğine odaklanan ve bu kimlikten hareketle gelişecek bir takım sürpriz etkinlikler de olacak programda. 5 gün boyunca (26-30 Eylül) devam edecek Red Bull Music Festival İstanbul ’da 60 sanatçı yer alacak. Yerli ve yabancı sürprizler bol olacak. Pek yakında ayrıntıları size aktaracağım.
Jakuzi’den “Hiçbir şey”
Indie müzik sahnemizin süperstarları Jakuzi’nin solisti Kutay Soyocak ilk solo single’ı “Hiçbir şey”i internete koydu. Endüstriyel, synthpop, dark wave gibi etiketlerle tarif edilebilir. Bir ara Leftfield dinliyor gibi oldum. Türlere isimlere çok kafayı takmadan şunu söyleyelim, synthe’lerin başrolde olduğu hayli sert ve dinamik bir kulüp parçası bu. Devamı güzel gelecek gibi duruyor.
Shoegaze pop’a dönüş
Jack Tatum,
Son dönemde çıkan bazı albüm ve şarkılar pop müziğin eğlendirmekten ibaret olmadığını hatırlattı. Bu aralar pop sadece pop değil.
Pop sabun köpüğü gibi bir şey. Yabancı bir ülkede turist olmak gibi. Ne o ükenin geçim derdi, ne eğitim sorunu, ne filanca kutuplaşması ne de bin yıllık bitmeyen lokal mağduriyetleri bizim umurumuzda. Biz yemek içmek gezmek istiyoruz. Dans etmek istiyoruz. Hafiflemek istiyoruz. Konu istemiyoruz. İçerik istemiyoruz. Bir şey düşünmeden eğlenmek istiyoruz. Şöyle hareketli bir şeyler koy da neşemizi bulalım. İşte pop budur.
Öte yandan popta “mesaj” da hiç eksik olmamıştır. Pop müziğe sıradan eğlencelik bir şey diye bakıp geçmek de mümkün, onu izleyerek farklı bir tarih okuması yapmak da. Buna karşılık “Müzik bir zamanlar dünyayı değiştirecek bir güçtü şimdi eğlence endüstrisine dönüştü” diyenler de haklıdır. Ancak iki uç arasında bir yerlerde gri alanlar var. Bu gri alanlardan son dönem gözümüze çarpanlar var.
Childish Gambino’nun (Donald Glover) “This Is America” adlı şarkısına çektiği video hayli sert olmuş. Üslubuyla bugünün toplumuna -tam da videoda yaptığı gibi- şarjörü boşaltıyor. Video bir anda en fazla izlenenler arasına girdi. Glover’ın Ludwig
Türkiye’yi üçe ayırmak mümkünmüş. Kıyı şeridi, İç Anadolu/Karadeniz, Doğu. Kıyı şehirleri modernmiş, eğitimliymiş. İç Anadolu ve Karadeniz muhafazakâr ve fakirmiş. Dini konularda hassasmış. Ekonomik açıdan devlete bağımlıymış. Doğu’ysa hem fakir, hem ezilmişmiş. Kimlik talepleri karşılanmamışmış.
Geçen gün bir kamuoyu araştırma şirketinin müdüründen bu şekilde bir analiz okudum. Elbette akla yakın. Muhakkak gerçeklik payı olan bir değerlendirme. Neticede şu tabloya kim itiraz edip, hayır, öyle değil diyebilir ki?
Benimki itiraz değil ama merak. İlla kurcalayacağız ya klişeleri...
80 milyonluk ülkemiz bu kadar basit açıklanabilecek bir yer midir? İnsanlar ülkemizde demek ki üçe ayrılıyor. Siz hangi tipsiniz? Ben sahil tipiyim, herhalde ama İstanbul sahil kenti mi ki? Bağcılar, Sultanbeyli, Caddebostan ve Moda hep İstanbul’da. Ama İstanbul komple sahil şehri olarak hareket ediyor kabul ediyoruz. O halde hepimiz aynı endişelere sahibiz, aynı kültürel zevkleri paylaşıyoruz. Aynı filmleri seyredip aynı müzisyenleri ve şarkıları dinliyoruz. Dolayısıyla da aynı partiye oy vereceğiz. Öyle mi? Halbuki benim yakın çevremde en fazla anlaştığım görüştüğüm insanlar arasında bile en az iki üç
Geçen hafta müzik sektöründe bir ilk yaşandı. İlk kez Güney Koreli bir K-Pop grubu, ABD albüm listelerinde bir numara oldu.
Türkiye ile Güney Kore’yi karşılaştırmak şu ara gene gündemde. ‘80’lerde aynı durumdaydık, ne oldu da onlar bizi solladı? Nasıl oldu da adamların para basan en az iki düzine dünya markası varken biz hâlâ global arenada şiş kebap, lokum düzeyinde kaldık. Bunu ekonomistler kadar siyasetçiler ve tarihçiler yanıtlasın. Benim işimse başka.
Ben bu hafta başka bir yeri eşeleyeceğim. Ne oldu da, bütün bunların yanında, Kore popu K-Pop dünyayı sardı. Nasıl oldu da dev bir endüstri haline geldi bu ülke müziği? Biz yıllardır Türkçe pop nasıl canlanır diye tartışıyoruz, dil bariyeri, bizi sevmiyorlar, anlamıyorlar falan bin tane bahane uyduruyoruz. Adamlar Korece şarkılarıyla ABD’de bir numara oluyor. O ABD ki, kendi zevkinden farklı bir müziği, filmi, diziyi kabullendiği yüzyılda bir ya da iki kez olmuştur. Geçen yüzyılın ortalarında “Brit Invasion” var. O kadar. Britanya çıkışlı grupların ABD’de listeleri ele geçirmesi. Beatles, Rolling Stones, vesaire… Ama bu hikayeyi biliyorsunuz. Şimdi durum çok farklı. K-Pop daha zoru başardı. Bir defa İngiltere ve ABD arasında dil