Varşova’dan bildiriyorum. Karşıdan karşıya geçmek için yolun kenarına geldiğimde aşırı strese giriyorum ben bu şehirde. Çünkü arabalar, cipler, otobüsler cart diye duruyor. Ne yapacağımı şaşırıyorum. Kaç defa hiç öyle bir niyetim olmamasına rağmen yolun karşısına geçmek zorunda kaldım. Sırf yola yakın durup Google Maps’i kurcaladım diye karşıya geçip duruyorum.
Koskoca otobüs durmuş, şöför ve yolcular bana bakıyor. Ben karşıya geçeceğim diye bekliyorlar. Kimseden gık çıkmıyor. Otobüsün arkasındaki arabalar uslu uslu durmakta. Camı açıp kafasını şöför camından çıkarıp ileriye doğru atarlanan dahi yok. Kornaya da basmıyorlar. Nasıl insan bunlar? Onlar adına ben buram buram terliyorum. Telefonu utançla cebime koyup aceleyle karşıya geçiyorum.
Eve gidecekken evden uzaklaşıyorum bazen. Bir keresinde karşıya geçe geçe nehir kıyısına geldim. İyi de oldu. Araba falan yok strese girmeden rahat rahat yürüdüm. Buradaki acelesizlik, beni strese sokuyor.
Kimsenin acelesi yok. Kimse koşturmuyor. Kimse gideceği yere daha hızlı gitmeye çalışmıyor. Herkes gideceği yere, oraya ne kadar sürede gidilecekse o kadar sürede gitmek istiyor. Daha çabuk değil. Bu konuda ortak bir ön kabul var. Herkes her
Forbes’un 2017’nin en çok kazanan DJ’ler listesi açıklandı. Calvin Harris 48 milyon dolar ile başta yer alıyor. Peki müzik sektörü küçülür, sanatçılar gelirlerin düşmesinden yakınırken bu nasıl oluyor?
Bugün müzisyenler sadece konserlerden gelir elde ediyor. Bu bakımdan turneler çok önemli. Zira stadyumlar, arenalar dolacak ki para kazanılsın. Aksi takdirde albüm yayınlamanın hobi olmak dışında bir amacı ve ticari anlamı kalmadı.
Bir iki örnek vermem gerekirse Paul McCartney’nin 2016-2017 turne geliri 285 milyon dolar olarak açıklandı. Justin Bieber aynı dönemde 260 milyon doları yakaladı. Bruce Springsteen aynı dönem 312 milyonu buldu. 2017 tarihli en güncel verilerle konuşmak gerekirse Coldplay (533 milyon dolar), halen aralıklarla devam eden Guns N’ Roses turnesi (490 milyon dolar), Depeche Mode (henüz 141 milyon dolar) büyük turneler. 2017 itibarıyla en büyük 20 turnenin toplam gelir tutarı brüt rakamlar hesaplandığında 2.7 milyar doları buluyor. Kimi grup yüksek kaşe aldığından az sayıda konserle bu rakamları topluyor. Kimi ekipler de konser sayısını artırıyor. Şov sayısını dilediği gibi kolayca artıranların başında DJ’ler geliyor. Çünkü çok özel bir sahne set up’ları olmadığı
Sonbahar yaklaşırken açıklanan konser ve festival haberleriyle İstanbul hareketleniyor, bir süredir kaybettiği kültürel canlılığını arıyor.
St. Petersburg’daki Dostoyevski turlarını duymuşsunuzdur. Romanlarının geçtiği sokaklar, caddeler geziliyor. Varşova’da Chopin müzesinden parktaki konserlere, şehrin hemen bir saat dışındaki Chopin’in evine kadar pek çok turistik faaliyet kente gelenlerin ilgisini çeker. Stockholm’e gidenler ABBA Müzesi’ni de muhakkak programlarına alırlar. Geçenlerde, Beatles’ın meşhur şarkısına ilham veren Liverpool’daki “Strawberry Fields”in (Çilek Tarlaları) yeniden açılacağını okudum. Beatles turistleri için önemli bir ziyaret noktası olacağı tahmin ediliyor.
Paris’te sırf Pere Lachaise mezarlığında yatan şairleri, romancıları, müzisyenleri, filozofları görmeye her yıl o kadar fazla insan gidiyor ki. Çukurcuma’daki “Masumiyet Müzesi”ne gittiğimde kitabın sayfaları arasında yürüyor hissine kapılmış, bu harika müzenin yeterli ilgiyi görmemesinden üzüntü duymuştum.
Kültür turizmi önemli. Türkiye’nin 2000’lerin ilk yarısındaki cazibesini yeniden kazanması için yapılması gerekenlerden biri kültür turizmini destekleyip bu alanda gelen ziyaretçiyi artırmak. Bunun
Şu lounge’a giriş kuyruğunu gören biri önceden uçuşumuzu beklerken duvar diplerine oturup açlıktan kıvrandığımızı, susadığımızda ağzımızı tuvalet musluğuna dayayarak klorlu sulardan içtiğimizi, acıkınca da bir kuru tost için birbirimizi çiğnediğimizi sanabilir.
Israr, kıyamet, “Parası neyse verelim”ler, “Ama biraz anlayış gösterin”ler havada uçuşuyor. Günümüz insanı için lounge’a girmek çok önemli. Önemliden de öte, bir ölüm kalım meselesi.
Hatırladığım en eski dış hat uçak yolculuğumda Paris’e gidiyordum. Tek havaalanı vardı. Yeni terminal yoktu. Körüklü kapı yoktu. Lounge yoktu. İnternet yoktu. Cep telefonu yoktu. Gazete, dergi, kitap, kalem, kâğıt vardı. Walkman ve kaset vardı. Biniş kapısının yakınındaki bir koltuğa oturup uçuş saatimi beklemiştim. Kitap okuyordum.
Bugün dünya çok modern, teknoloji hayatımızı kolaylaştırıyor şu bu. Ama işte şöyle sakin bir uçuş artık yok ya da hiç popüler değil. Hatta bugünün şartlarında hayli sıkıcı. Kimse sadece bir tek şeyi yapamıyor. Hepimiz “multitask” özelliğimizi sonuna kadar kullanmalıyız. Bunu yapmayanlara ya aptal ya da beceriksiz gözüyle bakılıyor artık.
Kimse sadece uçuşunu bekleyemiyor. Sanki havaalanına uçağa binip bir yere gitmeye
Ailece çıkılan ve katıldığım en son tatilde ufacık çocuktum. Geçen hafta ailece gittiğimiz tatilde rolüm farklıydı. Karım ve kızımla yollara düştük. Bu defa babaydım. Baba olarak ilk tatilim.
Tatilde babayı hemen tanırsınız. Elinde ve sırtında çantalar, sırta atılmış değişik boyutlarda havlular, tişörtler, can simidi, top, muhtelif şişme oyuncaklar, plastik kova, kürek, damperli kamyonla (Leyla onsuz bir yere gitmiyor) sıcağın altında bir yerden bir yere gitmeye çalışan kişiye kısaca baba diyoruz. Babanın tatili de zaten işte o eşyaları yüklenip bir yerden bir yere giderken yaşanan mücadele esnasında geçen birkaç dakikada yaşanıyor. Çünkü odadan sahile ya da sahilden odaya ve yemeğe giderken yaşanan o yüklü, zorlu ama dingin dakikalar olmasa babanın tatili tam bir ağır çalışma ve işçilik kampıdır.
Cepli tişört giyenleri, tişörtlerin cebine neden “baba cebi” dendiğini de baba olarak ilk defa çıktığım bu aile tatilimizde anlamış oldum. Karım bana çok şık bu diyerek bir tişört hediye etti. Tatilde giymemi istedi. Niyeti bu muydu bilmiyorum ama bu sayede bir aydınlanma yaşadım. İlk kez cepli bir tişört giydim. Babalık cepli tişört giymektir. Çünkü bütün eşyanız ve ihtiyacınız işte o
Varşova’nın tam göbeğinde yer alan dev art-deco gökdelenin ilginç bir hikayesi var. Hikayenin kahramanları komünist parti, Stalin, The Rolling Stones, Jakubowksi adındaki komünist bürokrat ve binlerce müziksever genç.
En son söyleyeceğimi ilk söyleyeyim rahatlayayım. Eşimin işi dolayısıyla ailece Varşova’ya taşındık. Bir süre buralardan bildireceğim. Gördüklerimi, dikkatimi çekenleri, yaşadıklarımı aktaracağım. Bilginiz olsun. Bir isteğiniz varsa da haberim olsun. Burada bir tanıdığınız var artık. Kapa parantez. Gelelim hikayeye.
Varşova’nın tam merkezinde bulunan dev art-deco gökdelen, bu şehre ilk gelenlerin hatta gelmeden Google’layanların hemen dikkatini çekecek. Bu anıt/bina, bugün Kültür ve Bilim Sarayı olarak anılıyor. İçinde pek çok şirketin ofisleri yanında, tiyatrolar, sinemalar, müze, bilim merkezi, restoranlar konser salonları bulunuyor. O kadar yüksek ki dümdüz bir ovanın ortasında akan Vistula nehri boyunca kurulmuş Varşova’nın neresine giderseniz gidin mutlaka görüyorsunuz. İnşa edenler de zaten bunu istemiş. Herkes görsün...
Stalin’in yaptırdığı, 1955’te tamamlanan 237 metre yükekliğinde bu bina sadece bir bina değil elbette. Dünyaya meydan okuyan bir güç anıtı. Bir
Yılın ilk yarısında yayınlanan albümler arasından tarz gözetmeden, bu albüm listede olmazsa şimdi olay çıkar demeden seçtiklerim, kişisel listemden 10 albüm.
Tranquility Base Hotel and Casino” - Arctic Monkeys: İlk dinleyişte kendini hemen ele vermeyen bu albüm, dinledikçe hazinelerini bir bir önünüze sermeye başlıyor. Ay’dan dünyaya baksanız ve burada olan bitenler hakkında şarkılar söyleseniz nasıl olurdu? Arctic Monkeys “Shining”dekine benzer bu hayali Ay barında, dünyanın sonu gelmiş ama biz hiç ölmeyecekmişiz gibi takılıyor.
“Now Now” - Gorillaz: Damon Albarn’ın “Blur” sonrası yıllar içinde paylaştığı sayısız projesi içinde en büyük ilgiyi ve ticari başarıyı yakalayan çizgi karakterlerden ibaret müzik grubu Gorillaz, 20 yılı devirdi. Yeni albüm Albarn’ın kişisel hikayelerine odaklanırken, mutfakta her zamanki gibi sağlam müzik insanları harıl harıl çalışıyor.
“Both Directions at Once, Lost album” - John Coltrane: Coltrane ne yaşarken ne de öldükten sonra listelerde bu kadar başarılı olan bir albüm yapabildi. Sanatçının 6 Mart 1963 yılında McCoy Tyner, Jimmy Garrison ve Elvin Jones ile birlikte gerçekleştirdği bir dizi “session”ın kayıtları ortaya çıkınca ve bu kayıtların hayli
Pyramid Jeans markasını hatırlayan var mı? Ben hatırlamıyorum. Hatırlattılar. Burada, yani bir süredir yaşamakta olduğum Varşova’da hatırlattılar. İlginç bir şekilde insanlar burada Türk olduğunuzu öğrendiklerinde önce Viyana kuşatması muhabbeti açıyor. Jan Sobieski’yi tanıyıp tanımadığınızı soruyorlar. “Sobieski öyle bir kahraman ki bütün Avrupa’yı Türklerin istilasından kurtardı yoksa bugün bambaşka bir manzara olacaktı” diyorlar. “Bizde her tarih kitabı ondan gururla bahseder” diye heyecanla devam ediyorlar. Sizi kırmamaya çalışan bir gurur ve tepkilerinizi yoklayan bir merak algılanıyor tavırlarında.
Siz “Bizim tarih kitapları maalesef Sobieski’yi sizin kadar önemsemiyor. Osmanlı Sobieski yüzünden çökmedi tarihsel olarak zaten çökecekti” deyince, hevesler biraz kırılıyor. Tarih konusu kapanıyor ve kuru kuru tarihi klişelerden gündelik hayata gelebiliyoruz.
Ardından, ülkelerimizdeki siyasi durumun aslında ne kadar benzediği, sağ ve muhafazakâr hükümetin iktidarda olmasından ne kadar tedirgin olduklarını anlatıyorlar. Dil bilen, yüzü dünyaya dönük, eğitimli, fikirleri ufukları açık genç nesil muhafazakâr dilden ve siyasetten ürküyor. İyi de işte bu ürkmelerin ecele bir faydası