İlk kez saydım. Kindle’dakileri saymazsak, bende okunmayı bekleyen 29 kitap var. Kimi yakın zamanda kimi birkaç yıl önce alınmış. Onları ne zaman, nerede, ne düşünerek aldığımı çok iyi hatırlıyorum. Kimisini sırf gezmek için girdiğim bir kitapçıdan alışveriş olsun diye alıp çıktım. Kimisini kapağını beğendiğim için. Kimisini çıktığı gün koşarak satın aldım. Kimisi kütüphanede bulunsun diye alındı, kimisi tavsiye üzerine. Ortak noktaları, hâlâ okunmamış olmaları. O araftaki yerde bekleyip duruyorlar. Ha okundu ha okunacak, bir gün sıra onlara gelecek diye. Belki gündem değişecek, belki ben değişeceğim, belki başıma bir şey gelecek, belki ıssız bir adaya düşeceğim ve bu kitaplar bir gün okunacak kadar ilginç olacaklar.
İçinde klasikler var. Yeni çıkmış anı kitapları var. Popüler tarih ve toplumsal olaylar üzerine olanlar var. İncelemeler var. Denemeler var. Yurt dışından aldıklarım var. İşin ilginci, kısacık, hemen okunur diye aldıklarım var, hâlâ okunmamışlar. Buna karşılık tuğla gibi kitaplar bitmiş. Bazı kitapları neden satın alıp da okuyamıyoruz konusu sadece zamansızlık ya da tembellikle açıklanacak kadar basit değil. Psikanaliz lazım bence.
Bundan üç yıl kadar önce okunmamış kitapları salondaki pencerenin pervazına dizme gibi bir huyum vardı. Pervaz dolunca üst üste yığmaya başlamıştım. Kule gibi olduklarında Nejla Hanım “Artık bunları raflara koysak mı Mehmet Bey, burada temizliği zor oluyor” diyerek konuyu gündeme taşımış ve bu gerçekçi bakış beni kendime getirmişti.
Ah o geride kalmışlık duygusu yok mu? Battı balık yan gider hissi. Aranın artık kapanamayacak kadar açıldığına inanmak. Öteleme, erteleme evreninde yeni aşamalara, üst “level”lara geçmek. Öyle sebeplerden okuyamıyorum ki bazı kitapları şaşırıp kalıyorum.
Her neyse, üç yıl önce bu dağı eritmeye girişmiştim. Ama son yılların en gerçekçi eritme operasyonuydu bu. Boşuna alınmış ve asla okumayacağım kitapları hemen eleyip birilerine hediye ettim. Yığınımı temizlemeye azimliydim. Temizliğin ardından kalanları büyük bir iştah ve disiplinle okumaya giriştim. Ama dağ hiç azalmadı. Çünkü devamlı yeni kitaplar eklendi. Çünkü bir iki tanesini okudum ama çoğunluk okunamayanlar öylece kala kaldı. Araya başka kitaplar girdi. Varşova’ya gelirken bir iki istisna dışında yanıma sadece kitap dağımı getirdim, eritirim diye. Ama erimedi. Aksine, büyüdü. Neden hepsini birine verip kurtulmuyorum?
Geçen gün internette bir yazı gördüm. Satın alınan ama okunmayan kitap yığınları için Japoncada bir ifade varmış. Tsundoku. Okunacak malzemeleri satın alıp okumadan bir yerde biriktirmek anlamına geliyor.
Bu kelimenin Türkçesini arıyorum. Dilimizde bulunmasının şart olduğunu düşünüyorum. Çünkü sırf bizim evde değil, daha nice evde bekleyen yığınlar olduğunu düşünüyorum. Artık bunun bir adını koyalım arkadaşlar. Bir şey diyelim buna. Soruna ad bulursak belki çözeriz.
Geçen Twitter’dan gelen öneriler şöyleydi: Hörgüç, gözgörümlüğü, okunamayanlar, okunasıcalar, alırokumaz, arkamdan ağlayanlar, döküntap, kitap istifi, sonraoku, vicdan azabı. Şaka maka hissi anlatıyorlar.
Bana kalırsa, vicdan azabıyla hörgüç arasında bir yerlerde olmalı bu kelimenin hissi. “Niyet ettim okumaya ama olmuyor, olamıyor işte ve ben bu yükü taşıyorum” gibi bir şeyler.
* Japoncada, satın alınan ama okunmadan biriken kitap yığını için kullanılan ifade.