<#comment>#comment>
<#comment>#comment> Yaklaşık bir senedir kafamı meşgul eden bir soru var. Dünya Kupası üçüncülük maçı sonrası iki takım oyuncularının kolkola tribünlere gidişi, G.Koreli seyircilerin iki ülkenin bayraklarıyla ortalığı şenlik alanına çevirişinden bu yana kafamı kurcalıyor: "Ya o maç Türkiye'de oynansa ve kazanan da Güney Kore olsaydı?". "Ya da o bir final maçı olsa, yine Kore'de oynansa ve biz kaybetseydik?" O güzelliklerin, hepimizin ağzını açık bırakan paylaşımın ne kadarı yaşanabilirdi? ABD ve Kamerun maçı sonrası yaşananlar bu soruları ve dolayısıyla kaygılarımı da artırıyor. Şenol Güneş'in "Bizi finale çıkarmak istemiyorlar?" açıklaması, bazı oyuncularımızın maç sonrası itiş kakışlara girişi ve tabii tribünlerden atılanlar...
G.Kore maçı sonrası o güzellikleri yaratanlar sadece o ülkenin vatandaşları değildi. Üzgün Korelilerin elinden tutup tribünlere götürenler bizim oyuncularımızdı. Yani bunları yapabiliyoruz. Ama küçük bir detay var. Eğer kazanmışsak yapabiliyoruz. Halbuki asıl mesele kaybetmeyi bilmektir. Peki kaybettiğimizde ne oluyor? Brezilya'ya grupta kaybettiğimiz maç sonrası, Federasyon Başkanımızın, aleyhimize penaltı
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> Tarihi yaşarken olayların önemini keşfetmek zordur. Ekmek derdiniz, aşk sıkıntınız, sınavınız, özetle kendi hayatınız vardır. Üstüne önemli gibi görünen aktualite vardır. Halbuki o sırada acayip bir olay olmaktadır. Sıkça dendiği gibi tarih yazılmaktadır. Ama siz bir döner bakarsınız sadece. Asla 50 yıl sonra görüleceği hacimde görmezsiniz o müthiş olayı...
İspanya muhabirimiz Mehmet Çiftçi, Joan Laporta'nın Rüştü'yle imzaladığı protokolü bizzat görmüş. Zaten Rüştü de bu transferi haftalar öncesinden duyurmuştu. Yani Türk futbol tarihinin açık ara en başarılı kalecisi Rüştü Reçber büyük ihtimalle Avrupa'ya gidiyor. Hem de o meşhur cümledeki asıl Avrupa'ya... Bilirsiniz, Türk futbolcusunun dilinde bitmiş tüydür, "Hedefim Avrupa'da büyük hedefleri olan bir takımda oynamak ve ülkemi en iyi şekilde temsil etmek..." İşte bu bahsi geçen Avrupa, aslında bu Avrupa'dır. Real, Manchester, Milan ve Barça. Zirve dardır ve oraya sığan kulüp bu kadardır... Nihat'ın Donostia'da, Emre'nin Milano'da yaptıkları övülesidir ama Barça'ya imza atmak... Hem de kaleci gibi tek seçimlik bir mevki için, ilk 11 oyuncusu ibaresiyle imza atmak,
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> Fatih Akyel’in formsuz olduğu, bütün sezonu hemen tüm Fenerbahçeli oyuncular gibi üst düzey futbol standartlarında geçirmediği ortada. Milli Takım’da da en açık ifadesiyle kötü oynuyor. Biz de onu ve görev veren Şenol Güneş’i suçluyoruz. Peki onun yerine bir tek oyuncu dahi çıkartamayan Süper Lig’e ne demeli? Son 10 yılda, müthiş bir sıçrama yaptığını sürekli söylediğimiz bu 65 milyonluk ülke ve 4 milyona yaklaşan Avrupa Türk cemaatinin, bir üst düzey sağ bek çıkartamayışı da mı Fatih Akyel’in ya da Şenol Güneş’in suçu ? Unutmamalı ki, bizim milli takım teknik direktörü dediğimiz göreve çoğu ülkede ‘tek seçici’ deniyor. Tek seçici olduğunuzu düşünün, onun yerine kimi seçersiniz?
Suç 6 yıldır yaz kış, tatilsiz antrenman, kamp, maç yapan Fatih Akyel’de mi, yoksa futbol alemimizde mi? Bir oyuncunun kendine dikkat etmemesi, iyi çalışmaması, formsuzluğu kendi kariyer sorunlarıdır. Kendisini ve en fazla onunla umut alışverişine girenleri ilgilendirir. Peki bu bölgeye alternatif yetiştiremeyenlerin sorumlulukları kime karşı? "Türk milli takımı yenilenmelidir" fikri özünde sonuna kadar doğrudur. Ama yenilenme, birilerini
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> Puan hesabına baktığınızda, Slovakya'ya yenilmemek öncelikli hedef. Yenilirsek de 4 farklı yenilmemek gerek. İkili averajda Slovakya'nın üstünde durmak bizi Portekiz'e yakın tutuyor. Alt taban bu. Ama eğer yenilirsek ki, bu olanak dahilindedir, ayakta durmak gerek. Yıkılmak, her şeyi silmek, doğru bir tavır değil. Yenilgi kaos getirmemeli.
Diğer taraftan bu iki maç, puan hesaplarının ötesinde Türkiye için başka bir öneme sahip. Bir büyük futbol ulusu olma yolunda önemli bir sınav. Son 4 büyük turnuvadan üçüne katılmayı başarmış, son ikisinde önce çeyrek, sonra yarı final oynamış bir ülkenin devamlığının ispatı için önemli. Bir ekol kurmaya çalışırken yara almamak, istikrarı sürdürmek açısından hayati.
Slovakya, özellikle deplasmanda, önemli bir rakip olarak karşımızda dursa da, bir Dünya Kupası üçüncüsü için ortalamanın altında bir rakiptir. Gruptaki sıralama ne olursa olsun, dünya klasmanında Türkiye ile Slovakya arasında dağlar var. Biz 8, onlar 53.'cü... Zaten ilk maçta ortaya çıkan futbol ve 3 - 0'lık sonuçtan belli değil mi? Çek Cumhuriyeti ve İngiltere karşısında deplasmanda
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> Pazar akşamı Beşiktaş'ın garantilediği sadece şampiyonluk muydu? Sadece Süper Lig şampiyonluğunun resmileştiği bir derbi miydi yaşadığımız?
İki sene üst üste ve yapısı birbirinden çok farklı iki takımla şampiyonluk yaşayan Lucescu'ya sahipseniz, bu şampiyonluğun size garantilediği daha büyük bir hedef var. Çok daha prestijli ve kazançlı bir hedef. Bu, Şampiyonlar Ligi'nde bir üst tura çıkma garantisidir.
En basitinden, şu itiraz edilemez bir gerçektir ki, Türkiye'de Şampiyonlar Ligi'nde gruptan çıkmayı başarabilen "tek" teknik direktör Mircea Lucescu'dur. Hem de büyük bir yüzdeyle, 2 senede 2 kez ilk tur gruplardan çıkmış, ilk yılda ikincisinden de çıkmayı başarmış, ikinci yıl ise çeyrek finali son maçta kaçırmıştır Rumen teknik adam. Bu Lucescu'ya sahip olan takıma bin türlü olanak tanıyor. En basitinden bütçeyi geniş tutma özgürlüğünü.... Bu durumdan "imparator Lucescu" benzetmesini yapma kolaylığına gitmeyelim. Durum daha derin bir şeyleri anlatıyor: Büyümenin ve zenginleşmenin matematiğinde Lucescu'nun taşıdığı özelliklerin önemli yeri olduğunu. İstikrar, sistem ve sebatın size çok
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> Beşiktaş şampi..., Galatasaray Şampiyonlar Ligi. Tepede değişen bir şey yok. Hayırlı uğurlu olsun. Ama dipleri kaynatan bir dinamik var. Güçlü, şekillendirici bir dinamik...
İki farklı jenerasyondan iki usta gazeteci, öğretmen ve öğrenci, Atilla Gökçe ve Yiğiter Uluğ geçen hafta bir konu üzerinde tartışıyorlardı. Konu "Zengin Trakya'nın neden üst düzey futbolda var olamadığı?" Onun da ötesinde alt liglerde bile gittikçe daha da başarısız oluşu. Ülke gelirinden en büyük payı alan coğrafya, hem de Avrupa'daki uzantıları güçlü bir futbol geleneğine sahipken, neden Trakya, Türkiye futbolunun bu kadar dışında kalıyor? Bu ilginç, üzerinde durulması gereken bir konu. Uzantılarıyla da... Şöyle ki... Yine Türkiye'nin zengin iki şehrinin iki takımı, Kocaeli ve Göztepe haftasonu lige veda etti. Diğer üç aday arasında iki zengin daha var. Ligde büyükler dışında en çok var olan iki takım, Bursa ve Altay... En çok üreten, en çok göç alan, ligin Süper'inden çekiliyor. Öte yandan terör dışı nedenlerle en çok göç veren şehirlerden olan Trabzon, bir ilçe takımını Süper Lig'e taşıyor. Komşu Rize de yolda. Rize olmazsa, İstanbul'da en
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> İsimler uçuşuyor. Ersun Yanal’la başlayıp Trapattoni’de biten geniş havuzda her milletten her futbol ekolünden 10’u aşkın isim. Ersun Yanal’ı düşünürken fikri Zoff’a kayan bir zihniyet. Daum’la imzalamaktayken, Trapattoni’ye niyetlenen... Yani en hücumcuyu mu, en savunmacıyı mı istediğini bilmeyen bir ayran gönül. Hocası belli olmadan transfere başlayan, sorumluluğu olmayanlara yetki verip, oyuncu araştırması yapmaya soyunan bir yönetim anlayışı.
Maurinho bir futbol anlayışını temsil ediyor. 1.5 yıl önce Uniao Leira’dan, bir Boavista yenilgisi sonrası Porto’ya yeniden çağrılmıştı. 39 yaşında bir genç değer. Şimdi UEFA Finali’nde. Geçen hafta bir röportajında "Bu güçlü hücum oyunuyla seneye Porto’yla Şampiyonlar Ligi Finali’nde olmayı düşünüyorum" diyordu. O bir aday. Sonra fikir kayıyor. Geçen Dünya Kupası’na Paraguay’la gidebilen savunma dahisi Zoff’a...
Son seçeneklere bakın. Daum ve Trapattoni. İlki Alman futbolunun umudu olarak ortaya çıkmıştı, diğeri Bayern Münih’in başındayken Alman futbolunu geri götürmekle suçlanıp, İtalya’ya geri yollandı. Biri Alman futbolunu 2006’da favori
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> Fatih Terim'in Trabzon maçında Arif'in attığı penaltı golü sonrası alnına gelen maddeyle yaralanışını, TV'de, kanlı alnıyla röportaj verişini maçı beraber izlediğiniz çocuğunuza nasıl açıkladınız? Türkiye'de zirve seviyesine ulaşmış, herkesin haklı övgüsünü kazanmış, modern zaman ilahına dönüşmüş Fatih Terim'in, doğası gereği Türkiye'nin onun başarılarını herkesden çok takdir eden bir vilayetinde bu hale getirilişini çocuğunuzun yüzüne bakarak, utanmadan nasıl açıklıyorsunuz?
Ne cevap verdiniz?
Nouma'nın ipini çekmek isteyenlerin en çok kullandığı cümleydi bu: "Bu maçı çoluk çocuk seyrediyor. Bir baba bunu çocuklarına nasıl açıklar!" Şimdi şunu soralım. Bir insanın, hem de Fatih Terim gibi bir insanın alnından kanlar akışını gönül rahatlığıyla açıklayabiliyor musunuz çocuklarınıza? Yoksa artık çocuklarınızla maç seyretmiyor musunuz? Seyrediyorsanız, çocuğunuz "Baba imparator'un kafasına ne oldu?" sorusuna Allah aşkına ne cevap verdiniz, çok merak ediyorum. Peki ya alnı yarılan Fatih Terim'in tünelde sözlü saldırıya uğrayışı ve sonrasında patlayışı