Porto evinde yüksek tempoyla oynuyor. Zaten Fenerbahçe’nin grubunun, geçen yılki gruptan karakteristik farkı da bu. Tempo.
Daha hızlı oynamak rakibe daha çok hata yaptırma şansını yaratıyor, ancak yüksek tempoyu yapan da kolay hata yapabilir. Burada sorulacak soru, genç ve nispeten tempolu takımlarla oynadığı maçlarda sıkıntı yaşayan Fenerbahçe’nin bu sorunlarını bu akşam ne kadar giderebileceği. Avrupa sahnesinde geçen yıl olduğu gibi başkalaşıp başkalaşmayacağı...
Geçen yıl Avrupa sahnesindeki Fenerbahçe sabırlı ve topa sahip olarak başarıya ulaşmıştı. Bunu yapabilen bir orta sahası vardı zira. Bu sezon bugüne kadar izlediğimiz sarı-lacivertlilerde henüz bu ışığı görebilmiş değiliz.
Semih’in olmayışı çok büyük bir dezavantaj olsa da Alex’in forvet oynamasına yol açışı avantaj. Sanırım onun arkasında da Emre ve Josico rol alacaklar. Bu Fenerbahçe’de savunmayla hücumun biribirinden bu kadar kopmasını engelleyebilir. Maldonado - Josico oynadığında gördük ki, iki oyuncu 2 önstoper gibi arkaya yığılıyorlar.
Milli takım hocalarının ikinci bir takım çalıştırmasının olumlu sonuçlar doğurabileceğine dair yazıları, bu köşeyi takip edenler daha önce de okudular.
Ayrıca, bir ihtimal bu fikrin, hocanın kafasına düşmesinde payım da olabilir. Zira bu konu gündem dışıyken Euro 2008 öncesi Almanya kampında rahmetli Hasan Doğan ve Fatih Terim’e ikisinin de olduğu bir ortamda bu soruyu sordum. Terim ‘Neden olmasın’ cevabını verirken, Doğan kesin bir şekilde karşı çıkmıştı. Terim’in sadece teknik direktör olmadığını, ülke futbolunun yeniden yapılanmasının başında olduğunu, bunun zaten tam mesai gerektiren bir iş olduğunu söyledi.
Fatih Terim özelinde bu konuya bakarsak ve gerçekten Terim böyle bir görev için maaşını alıyorsa ikinci bir iş olanaksızdır. Öte yandan salt milli takım teknik direktörlüğü 56 yaşındaki bir teknik adam için fazla hafif bir iş.
Terim’in önümüzdeki bir sene boyunca çıkacağı resmi maç sayısı sadece sekiz.
Teknik direktörlüğün sahne arkası işleri bir yana, işin özünü,
Diğerleri Alex kadar mücadele etse... Böyle bir yazı başlangıcı kıyamet alameti sayılabilir. Ancak bir takımın en çok mücadele eden oyuncusu takımın orgenerali olunca işler garipleşiyor normal olarak. Korkunç yetenekleri bir yana genelde en az mücadele eden olarak bilinen Alex, dün gece Fenerbahçe’nin en çok uğraşanıydı. Bu ondaki farklılıktan çok takımdaki düşüklükten tabii ki!
100 yıllık bir takımda oynuyorsanız, adı son 4 yılda 2 kez değişmiş (Asaş, Oftaş, Hacettepe) bir takıma karşı 2-1 mağlupken bu kadar isteksiz, bu kadar baskısız ve bu kadar geride olabilmeniz için uyuşmuş olmak lazım. Fenerbahçe’de bu kadar yabancı olmasaydı oruç ağırlığına vermek mümkün olabilirdi belki durumu. Ama böyle bir bahane de mümkün değil.
Maldonado ve Josico’nun savunmanın önünde iki ön stoper olarak oynayışı, Aragones’in eksikler sonrası yeni savunmacılarına çok güvenmeyişinden kaynaklanıyor olmalı. Ancak bir haftadır savunma yapacağız diye haykıran bir teknik adamın takımını dirilten ve hücuma
Büyüklerden birisinin taraftarıysanız şunu sorun kendinize: Çarşamba akşamı sahaya çıkan kadro takımınızın ideal kadrosu olsa ligde ve Avrupa’da takımınıza ne kadar güvenirsiniz?
Sakatlık kaynaklı eksiklerden sonra özellikle de Tuncay sakatlanınca sıradan bir takıma dönüştük. Özellikli oyuncular ama hepsi hakkında soru işaretleri var. En parlak en üstün yetenekleri olana bakalım. Arda sürekli kendisini aşıyor, güveni artıyor. Fakat çok ‘ama’sı var. Ona ayrıca bakacağız.
Bu kadro şartlarında, rampaya oturmuş geleceğe fırlatılmayı bekleyen fizikli ve alan savunmasını iyi beceren Belçika’ya karşı çok kötü olduğumuzu söyleyemem. Ama farkı yaratacak ne kişisel ne de takım halinde bir şey ortaya koyabildik. Böyle bir takıma karşı savunmayı oyuna sokmazsanız eksik kalırsınız. Savunma dörtlüsünü maalesef hücum yönünde neredeyse hiç kullanamadık. En çok katkı sağlayan Gönül bile sürekli erken ortalar yaptı. Asla daha etkin kesmeleri yapabileceği çizgiye inmeyi denemedi.
Seyircinin bağırarak çaldığı bir penaltı bu... Bu ülkenin statlarında seyirci davranışları nedeniyle çok şey kaybedildi bugüne kadar. Daha 20 dakika varken moralleri alt-üst eden tezahüratlar, sahaya atılan maddelerden kapanan sahalar vs.
Dün 74. dakikada çalan penaltı ise tam anlamıyla seyircinin. O penaltıyı yardımcı hakem Cano’nun bayrağıyla hakem Densault çalmadı. Seyirci öyle bir bağırdı ki, bayrak o kuvvetle kalktı, düdük o kuvvetle çaldı. Penaltıyı seyirci çaldı.
Ve o penaltıya Emre gitti. Bu herhalde Türk futbol sahalarında oynanmış en büyük kumar olsa gerek. Oraya onu gönderen Terim ve o topu başına giden Emre. Dün onun vuruşunda Stijen’in parmaklarını ucundan geçen top değil, Emre’nin kariyeriydi. O kitabın adı artık Emre’nin penaltı anındaki endişesi olmalı. Bu penaltı sanırım maçın ve diğer her şeyin önüne geçti.
Ama yine de bakalım oyuna.
Bundan iki üç yıl önce birisi çıkıp bir resmi milli maça savunmada Gökhan-Servet- Gökhan-Çağlar
28 Mart’a kadar kayıpsız gitmek lazım. Çünkü erken bir deplasmanlı final oynanabilir. O tarihte İspanya’ya konuk olacağız. 4 gün sonra da bu kez onları ağırlayacağız. İlginç bir fikstür.
O maça kadar, Belçika’nın ardından ekimde Bosna’yı ağırlayıp ardından Talin’e gidiyoruz. 12 puanla İspanya’nın karşısına çıkmak güzel olur.
Bu grupta İspanya - Belçika - Türkiye arasında çıkacak hiçbir sonuç şaşırtıcı olmaz. Dolayısıyla buradan dengeli bir puan durumu çıkması olasıdır. Belirleyici olan Ermenistan - Bosna ve Estonya’dan alınacak sonuçlar olacak.
Önümüzdeki maça gelince. Ermenistan maçına bakıp Belçika karşılaşması için çıkarımlar yapmak hata. Oradaki çok da güzel olmayan, ama kesinlikle iyi ve efektif futbol birçoklarını mutlu etmemiş olabilir. Ama o şartlarda hiç pozisyon vermeyip bulmuş olmak önemli. Orta sahayı pas geçerek (pas yapmadan geçerek) rakibin tek silahını elinden almak akıllıcaydı. O sahada kimse pas yapamaz ve
Hızlı, sert, birden fazla sebeple hırslı - tarihi ve Avrupa 3’üncüsüne karşı oynama durumuyla - bir takıma karşı hiç pozisyon veremeden ve olabildiğince şans bularak oynamayı başardık
Bu zemin ve rüzgârda, daha önemlisi, Avrupa Şampiyonası 3’üncülüğü sonrasında ve ondan da önemlisi bu tarihi/politik şartlarda olabilecek en iyi oyundu. Biliyorum bir estetik bağımlısıysanız, keyif alamamış olabilirisiniz. Ancak karşılaştıkları her önemli takıma kök söktüren bir ekibe karşı bu kadar efektif oynayabilmek iştir. Tek bir pozisyon vermeden çok bulduk. Bu, bu şartlarda ayakta alkışlanması gereken bir iştir.
Hızlı, sert, birden fazla sebeple hırslı - tarihi ve Avrupa 3’üncüsüne karşı oynama durumuyla - bir takıma karşı hiç pozisyon veremeden ve olabildiğince şans bularak oynamayı başardık.
Savunmayı geride kurup orta sahayı pas geçen bir oyun anlayışı her yönüyle doğruydu. Çünkü bu zemin ve rüzgârda pas yapılmaz. Orta sahada kaptırılan toplar sorun yaratabilir. Oysa topu ileriye, Mevlüt’e ve
Bize ülkemizi nasıl sevmemiz gerektiğini öğretmeye çalışanlar vardır.
Doğduğunuz ve uzak yaşayamadığınız toprağı nasıl sevmeniz ya da nasıl sevmemeniz gerektiğini kakarlar kafanıza sürekli. Hain olmamak için onların söylediği gibi sevmeniz şarttır. Sanki aşk başkasının tarifine göre yaşanırmış gibi!
Bize kadınımızı/erkeğimizi nasıl sevmemiz gerektiğini öğretmeye çalışanlar da vardır.
Sabah kalktığınızda, gözünüzü açmadan yüreğinize düşen güzelin burnunuzun direğini titretmesi için başkasının tarifine ihtiyacınız varmış gibi.
Bize Tanrı’yı nasıl sevmemiz gerektiğini öğretmeye çalışanlar da vardır. Başınız sıkıştığında, başınıza iyi bir şey geldiğinde, yalnız hissettiğinizde, günahınızdan arınmak istediğinizde, acıya artık dayanamadığınızda gözünüzü kapatıp yakarmak ya da şükretmek için başkasının tarifine ihtiyacınız varmış gibi.