Dünden beri sosyal medya mecralarından takip ettiğim ünlü ünsüz çoğu kişinin ortak paylaşım konusu Tarkan’ın yeni albümü. Kimisi çok beğendiğini kimisi ise hayal kırıklığına uğradığını ifade ediyor twitter, instagram ve Facebook üzerinden. Ülkemizin en büyük popstarı olunca tartışmalar da kolay kolay bitmiyor. İstiklal’deki bir kitapçıda birkaç dakikalığına denk gelsem de henüz bir fikir sahibi olmadığımdan yeni albümü hakkında bir fikir beyan etmekten acizim. Politik davranıp “Tarkan’dır, popstardır, ne yapsa yakışır” diyerek konuyu kendimce geçiştirme taraftarıyım.
Zira laf popstarlıktan açılmışken tarihte bu şerefe nail olan ilk müzisyene değinmek istiyorum. Elbette onun yaşadığı 19. yüzyılda “popstar” diye bir kavram henüz yoktu. Ama genç kızlardan, müzik otoritelerine kadar herkesin dikkatini çekmesi, gittiği her yerde kalabalıklar tarafından karşılanması itibariyle bugünkü anlamda o gerçek bir popstardı. Macar piyanist Franz (Ferenc) Liszt’ten bahsediyorum.
1811 yılında bugünkü Macaristan’da, o dönemin Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda müzisyen bir ailede dünyaya gelen besteci ve piyano virtüözü Franz Liszt, ömrü boyunca Avrupa’nın birçok kentinde defalarca konser verdi. Hem kendi besteleri hem de farklı bestecilerin meşhur eserlerine getirdiği yeni yorumlar, kitlelerin ilgisine mazhar oldu.
Dün yazdığım “Fernweh: Doğu’ya Yolculuk” yazımda Nerval ve Flaubert’in dönemin romantik atmosferi etkisiyle uzaklara duydukları tutkudan ve çıktıkları seyahatten bahsetmiştim. Bu açıdan Liszt’in de bir önceki cümlede andığım yazarlarla benzer duyguları paylaştığını söylemek mümkün. Aynı tutkular onu da İstanbul’a çekmişti. Bunda şüphesiz o dönem yaşadığı Paris ve o kentin entelektüel çevrelerinin etkisi vardı. Yazdığı günlüklerden İstanbul’a karşı hissettiği ilgi ve sevgiyi açık bir şekilde görmek mümkün.
1847 yılında yani tıpkı Nerval ve Flaubert gibi Abdülmecit döneminde, Karadeniz üzerinden gerçekleştirdiği bir gemi yolculuğuyla imparatorluk başkentine vardı Liszt. Ülkede bir süredir hemen hemen her alanda kendisini gösteren batılılaşma hareketleri, elbette sanatta da kendisini göstermişti. Geniş halk kitlelerinde olmasa da belli bir kitle tarafından bu müzik rağbet görmeye başlamış, hatta Saray’ın desteğiyle ülkede gelişme alanı bulmuştu. Bu açıdan Liszt gibi bir ismin İstanbul’a gelişi, kentte heyecanla karşılanmıştı. Gerçi bir isim karışıklığından ötürü kısa bir süre tutuklanması tadını biraz kaçırdıysa da sonrasında Çırağan Sarayı’nda ağırlanmak ve Sultan Abdülmecit’in beğenisini kazanmak muhtemelen keyfini yerine getirmiştir.
Beş haftalık İstanbul macerasının ardından İstanbul’dan ayrılan Liszt’in şehirde geçirdiği Haziran-Temmuz dönemi bugün de ona ithaf edilen etkinliklerle anılmakta. Hollanda ve Macaristan Konsoloslukları’nın desteğiyle dün gece gerçekleştirilen konserde 170. yıl önceki seyahat anılmış oldu. Genç piyanistler Marcell Vajda ve Mengjie Han, hem Liszt’in bestelerine hem de düzenlemelerine yer verdikleri repertuarla bir dinleti gerçekleştirdiler.
Benzeri bir etkinlikle anılmayı hak eden bir diğer besteci de Çaykovski. İki kez İstanbul’a gelen Çaykovski’nin bu seyahatlerine dair Emre Aracı’nın yazdığı bir kitabın geçtiğimiz aylarda yayımlandığını da belirtmiş olalım.
Kim bilir belki bir yüz yıl sonra da Madonna, Roger Waters, Rihanna gibi isimlerin İstanbul ziyaretleri böyle yazılara konu olur.