Hikâyenin başlangıcı aşağı yukarı şöyleydi; Auguste ve Louis Lumiere kardeşler, 1896’da Paris’te Capucines Bulvarı’ndaki Grand Cafe’de toplanan insanlara yeni icat edilen bir makine vasıtasıyla elli saniyelik bir görüntü izletmişlerdi. Tevatür odur ki Normandiya’daki La Ciotat Garı’na yaklaşan trenin bu görüntüsü, salondaki insanları ürkütmüş, çoğu yerinden fırlamıştı. Böyle başlamıştı sinemanın öyküsü.
İlk film gösterimleri, opera misali fonda canlı müzikle, orkestra değilse de en azından bir piyano eşliğinde gerçekleşiyordu. Operanın yanı sıra Alman besteci Richard Wagner’in deyimiyle “Gesamtkunstwerk” yani bütünlüklü sanat yapıtı olan tiyatronun en gözde olduğu bu dönemde yeni yeni filizlenen bu sinema pek de öyle rağbet görecek gibi değildi. Ancak geçen zaman içinde “Gesamtkunstwerk” deyimi yavaş yavaş sinema için kullanılır oldu. İçinde her şey vardı. Görüntü, performans sergileyen oyuncular, roman ya da tiyatrodan uyarlanmış bir konu, müzik ve daha fazlası…
Bu sanat dalı yeri geldi Vertov ve Eisenstein ya da Leni Riefenstahl gibi yönetmenler tarafından savundukları ideolojilerin geniş toplum kesimlerini en kolay şekilde anlatım aracı olarak kullanıldı. Yeri geldiğinde kendisinin veya kendisiyle özdeşleştirdiği ideolojisinin propagandasını yapmak isteyenlerin en sevdiği mecralardan biri oldu sinema.
Bir de tabii sinema sanatının gösterildiği mekânlar var, bahsetmemiz gereken. Benzeri örneklerine İstanbul’da da rastlayabileceğimiz varaklı, localı, yüksek tavanlı salonlar uzun yıllar sinema tarihinin en kült yapımlarının seyirciyle buluştuğu mekânlar konumundaydı. Birçok alternatife rağmen ilk kez dışarı çıkacak olan çiftlerin en şaşmaz yeri genellikle bu salonlar oluyor.
Ancak teknolojinin artık günbegün değiştiği bir dönemde elektronik şirketler ekonomik açıdan ulaşılabilir meblağlarda insanlara evlerinde sinema keyfi yaşamayı vaat etmeye başladılar. Buna müteakip ilk olarak Amerika’da ortaya çıkan kimi şirketler, kurdukları sistemle sayısız filmi, sinema salonuna gitmeden ya da dvdlere gerek kalmadan izleyiciye sunmaya başladılar. Sonra bu şirketler işi daha da büyüterek muazzam dizilerle artık piyasaya yön verebilecek konuma geldiler.
Dev bütçeli diziler çağı
İşte hikayemiz de burada başlıyor. Bugün artık bir Breaking Bad, House of Cards, Westworld, Sherlock, The Walking Dead ya da Game of Thrones hem kadrosu, hem bütçesi hem de içeriğiyle sinemaya bambaşka boyutlara taşımış durumdalar.
Hollywood’un önde gelen yönetmenleri, örneğin Frank Darabont, Ron Howard, Wachowskiler ya da birçok filmi sırf onlar var diye izlediğimiz Anthony Hopkins, Nicole Kidman, Kevin Bacon gibi yıldızlar, sinema sektörünü on yıllardır yönlendiren yapım şirketleri yerine abonelikle büyüyen bu yeni nesil kuruluşların dizilerinde ve filmlerinde boy göstermeye başladılar.
Sinemanın özellikle de Amerika kaynaklı kısmının dev bir endüstri olduğunu göz önünde bulundurursak bu işin geleceği konusunda ekonomistlerin ve yapımcıların öngörülerine eşit derecede kulak vermek durumundayız. Ortak kanaat Netflix, HBO, AMC gibi şirketlerin sinemayı ve tüm bir sektörü dönüştürdüğü, yakın gelecekte bunun sinema salonlarının doluluğuna da yansımaya başlayacağı ve belki de daha önemlisi mevcut film algısını da yavaş yavaş değiştirdiği yönünde.
Sektördeki bu rekabetin yarayacağı kesim elbette ki film izlemeyi sevenler olacak. Rekabet kaçınılmaz olarak beraberinde kaliteyi getirecek. Hafızamı yokladığımda şu anda gösterime girmesini beklediğim tek film Nolan’ın “Dunkirk”ü. Öte yandan yeni sezonunu beklediğim dizi sayısı üç. Bu pek de geçici bir trendmiş gibi de görünmüyor açıkçası. Oscar için son yıllarda yarışan filmlerin bıraktığı etki, 2000’lerin başı ve daha öncesinin uzağında gibi. Bakalım dev yapım şirketleri bu yeni duruma karşı nasıl bir strateji geliştirecekler?