Bundan birkaç yıl önce, hikâyesi bizim mesleğe dokunduğu için Newsroom dizisini pür dikkat izliyordum. Haber merkezi çalışanları, sürekli bir telaş halinde, günün haberlerini yetiştirme peşinde koşarken bir yandan da kendi iç dünyalarına dair yüzleşmeler ve hesaplaşmalarla karşı karşıyaydı. Birbirini sevenler veya sevemeyenlerin bilindik hikâyeleri…
Böyle bir anda dizide, yayınlandığı günden itibaren hayatımın en değerli şarkılarından biri çalmaya başlamıştı. Şarkı o ana amiyane tabiriyle cuk oturmuş benim de tüylerimi diken diken etmişti. Üstelik şarkıyı bilmem kaç yüzüncü kez dinleyişimdi bu.
Öyküyü daha da geriye sarıp 2005 yılına gitmek istiyorum. 6 Haziran 2005’te Coldplay’in üçüncü stüdyo albümü olan X&Y yayınlanır. Albüm çıkar çıkmaz çok iyi bir satış grafiği yakalar. Çok geçmeden de albüme ait bir şarkının klibi, müzik kanallarında dönmeye başlar. Evet, Fix you.
Grubun solisti Chris Martin’in o dönem eşi olan aktris Gwyneth Paltrow’a için, babasını kaybettiği gün yazılan bu şarkı, başlar başlamaz beni çarpmıştı. Üzerinden 12 yıl ve binlerce duygu hali geçmesine rağmen şarkının ne tesirinde ne de dinlenme sayısında bir azalma oldu. Büyük düşüm Coldplay’in İstanbul konserinin
24. İstanbul Caz Festivali önceki akşam Fatih Erkoç konseri ile başlamıştı. Dün gece de Salon İKSV’de Socar’ın sponsorluğunda gerçekleştirilen konser dizisiyle etkinliklere devam edildi. İlk olarak Rain Lab İdil Meşe & Da Poet performansını izleyen müzikseverler, ardından da 24. İstanbul Caz Festivali’nin bence en önemli anlarından biri olan Korhan Futacı ve Kara Orkestra konserine ya da diğer bir deyişle ayinine tanıklık ettiler.
Türkiye’nin en önemli saksafon virtüözlerinden biri olan Korhan Futacı ve birlikte harika işler çıkardıkları Kara Orkestra, hafta içi konser organizasyonu için geç sayılabilecek bir saatte ama önceden belirtilen dakikada sahnedeki yerlerini aldılar.
Korhan Futacı sahneye çıkar çıkmaz eline aldığı muhtemelen Şamanların kullandığı ve değişik sesler çıkarmaya yarayan adlarını öğrenemediğim şeylerle konsere bir giriş yaptı. Altı kişilik bir orkestra ile performans sergileyen Korhan Futacı, iki saate yakın süren konser boyunca Salon’u dolduran müzikseverleri deyim yerindeyse hipnotize etti.
24. İstanbul Caz Festivali programı açıklandığı andan itibaren listeme eklediğim ve gerçekleşeceği geceyi beklediğim konserin, beklentilerimi karşılaması, sabah
Her çağın yarattığı yenilikleri doğrultusunda, korkuları da o minvalde şekilleniyor. Misal, uçakların hayatımıza girmesiyle birlikte bir de uçak korkusunun ortaya çıkması gibi. Bu korku, nice seyahati kâbusa çeviren ya da başlamasına dahi mani olan bir duygu.
Bundan muzdarip biri olarak yaptığım tüm yolculukları -ki bunların en uzunu dört saati aşmadı- hemen hemen hiç konuşmadan, sadece öndeki koltuğa bakarak tamamlayabildim. On saatten uzun sürecek olan bir yolculuğu kaldırabilir miyim bilmiyorum ama görmem ve hissetmem gereken bazı şeylerin hatırına bunlara katlanmam gerekiyor.
Fransız siyasetçi ve düşünür Alexis de Tocqueville bundan yaklaşık iki yüz sene önce günler süren bir deniz yolculuğuyla tam da benim istediğim yere varmıştı. Amerika Birleşik Devletleri’ne…
Tocqueville, bu yeni dünyayı, eski dünyalı bir gözlemci edasıyla incelerken gözüne ilk ilişen şey Avrupa’da uğruna çok kan akan fırsat eşitliği olur. “Amerika’da Demokrasi” isimli eserinin ilk cildine bu konuya değinerek başlayan Tocqueville’in ayak bastığı ülkenin anayasasında, “herkes için mutluluğun peşinde gitme hakkı” kavramı yer alıyordu. Bu o zaman için büyük bir olaydı elbette. Hatta bugün için de
Orson Welles’in 1962 yapımı dava filmi, Josef K. adlı bir adamın kendisini bir anda içinde bulduğu bir dava sürecini anlatıyordu. Üstelik K, neyle suçlandığı dahi tam olarak bilmiyordu.
Hikâye elbette hemen hemen herkes için oldukça tanıdık. Franz Kafka’nın çağa damgasını vuran eseri “Dava”dan uyarlanan ve aslına olabildiğince sadık kalınan film muhakkak ki izlenmesi gereken yapımlar arasında.
Bu filmin ortaya çıkmasına vesile olan Franz Kafka’ya dönelim…
Bugün onun doğum günü. Geride bırakmayı pek istememiş olsa da ondan kalan her şey için varoluşsal sorunları asla bitmeyecek biri olarak teşekkürü borç bilirim. Bir teşekkür de Kafka’nın vasiyetine uymayıp onun geride bıraktığı metinleri yayımlayan dostu Max Brod’a. Brod olmasa “Dönüşüm” ve birkaç kısa öykü dışında Kafka hakkında hiçbir şey günümüze ulaşamayacaktı. Sartre ve Camus’nün fikirleri eksik kalacaktı, Beckett’in de öyle.
Kafka hayata 3 Temmuz 1883’te Praglı orta sınıf bir aile içinde gözlerini açtı. Çeklerin çoğunlukta olduğu bir kentte Almanca okudu ve yazdığı her şeyi bu dilde kaleme aldı. Bu durum hakkında ilerleyen zamanlarda şu sözü sarf edecekti: Almanca benim anadilim, fakat Çekçe kalbimde yatıyor.
1938, tarihin yaklaşan en büyük savaşına gebelik sürecinin son demleriydi. Dünyanın önde gelen ülkelerinin siyasetçilerinin ihtirasları yakında başlayacak büyük yıkımın hazırlayıcısı niteliğindeydi. Silahlanma yarışı kadar propagandalar savaşı da özellikle sinemada kendisine bir alan bulmuştu. Almanya’da Leni Riefenstahl’in çektiği filmler, rejimin sesi olduğu kadar toplumun gururunun okşanması açısından da önemliydi.
O yıllarda 1929’daki ekonomik buhranın etkilerini atlatmakta olan Amerika’da ise çizgi roman furyası Amerikan Rüyası’nı da besleyecek işler üretmekteydi. Bunlardan biri olan ve 1934’te Malcolm Wheeler-Nicholson tarafından kurulan DC Comics adlı çizgi roman dergisi, kısa zamanda geniş kitleleri etkilemeyi başarmıştı. Derginin yakaladığı bu başarı, bugün artık her biri ayrı fenomen olan defalarca beyazperdeye uyarlanan yeni karakterlerin doğumuna da vesile oldu.
Bir halk kahramanı doğuyor…
Haziran 1938’e gelindiğinde DC Comics’te yeni bir çizgi roman yayınlanmaya başlandı. Böylece daha önceleri kel bir karakter olarak tasarlansa da en nihayetinde bugünkü manada bildiğimiz Superman fenomeni doğmuş oldu. Doğaüstü güçleri olsa da gerçek kudretin erdem sahibi olmakta saklı
"İnsanların nerede oldukları asla bilinmez. Rüzgar onları oradan oraya gezdirir durur. Köklerinden yoksundurlar bu da onları çok rahatsız eder."
Haziran boyunca “yoksa bu sene hiç gelmeyecek mi?” diye endişeli bir bekleyişe neden olan yaz sonunda İstanbul’a da uğradı. Tatil döneminin de başlamasıyla belki çok önceden belirlenen belki de ani kararlarla seyahat rotaları çizildi. Şayet tercihiniz deniz, kum, güneş dışındaki bir seçenekse ziyaretçilerine kültürel ve gastronomik keşifler vaat eden Fransa’nın Alpler bölgesindeki bir kent size uygun olabilir.
Lyon’dan bahsediyorum evet ama konumuz Lyon değil. Konumuz, bu şehre ilk vardığınızda sizi havaalanında karşılayan isim olan Antoine de Saint-Exupéry. Lyon’da aristokrat bir ailede dünyaya gelen Saint Exupéry’nin doğumunun üzerinden tam 107 yıl geçti bugün. İyi ki doğmuş.
En büyük tutkusu olan uçmakla çocuk yaşlarda tanışan yazar, bu tutkusunu profesyonel boyutlara taşıdı. Uçmak en az yazmak kadar değerliydi onun için. Bir Küçük Prens misali…
Fakat ne acıdır ki bu tutkusu onun çok genç bir yaşta daha 44’ündeyken hayatına mal olacaktı. İkinci Dünya Savaşı sırasında kullandığı uçak Marsilya açıklarında düşürülünce, daha
Birkaç yıldır dünyanın yaşadığı toplu göç hareketleri beraberinde trajedi haberlerini de getirdi. Ege Denizi’nde, Libya açıklarında, Yunanistan kıyılarında veyahut Meksika sınırında yaşanan dramların etkisi maalesef başka haberi okumaya başlayıncaya kadar sürüyor. Ancak yakın zamanda gördüğüm bir haberi muhtemelen ömrümün sonuna kadar unutmayacağım. Haberde anlatılanlara göre bir grup Bulgar, sınır boylarında ellerinde silahlarla gezip göçmenleri ele geçirmeyi kendilerine gaye edinmiş. Verdikleri pozlardaki muzaffer tavır, olayın vahametini daha da artıyor.
Bu haberin öyküsüne benzer bir senaryoyu, yönetmen Jonas Cuaron, Meksika-Amerika sınırına uyarlayarak beyaz perdeye taşıdı. Desierto adını taşıyan 2015 yapımı film, güncelliğini koruyan kaçak göçmenler konusunda insanları bir kez daha düşünmeye itme çabasında. Toronto Film Festivali’nde FIPRESCI ödülü kazanan filmin başrollerindeyse Gael Garcia Bernal ve Jeffrey Dean Morgan yer alıyor.
Film, Meksika ile Amerika hattında yer alan uçsuz bucaksız bir çölde sınırın Amerikan tarafına geçmeye çalışan bir grup mültecinin başından geçenlere odaklanıyor. Uzun sürmesi muhtemel bir yolu yürüyerek kat etmek zorunda olan Meksikalı
İnsanın kendi elleriyle ortaya çıkardığı bir eseri hissedememesi ne büyük trajedi. Biraz daha açacak olursak; İki yüz küsur yıldır besteleri dünyanın her yerinde yankılanan Beethoven, ne yazıktır ki belli bir yaşından sonra ürettiği hiçbir eserinin tadına varamadı. Bestelediği 7. Senfoni veya 9. Senfoni’yi hiç duyamadı. Beethoven’ın bu trajedisi sinemadan edebiyata birçok alana ilham oldu. Fakat bence hala anlatılması, aksettirilmesi gereken duygular var. Mozart’ı anlatan Amadeus filmi gibi kült bir yapım henüz Beethoven’a nasip olmadı kanımca.
Beethoven ile benzer bir kaderi paylaşan bir isim daha var. 19. yüzyılda yaşayan Çek besteci Bedrich Smetana. Ünü Beethoven kadar yayılmış olmasa da insanlığa güzel besteler miras bıraktı. Hele bir tanesi var ki bestecinin tek bir notasını dahi duyamadan ömrünün son döneminde bestelediği. Senfoni formatındaki bu beste sonraları birçok yerde kullanıldı. Örneğin Terrence Malick’in şaheseri Hayat Ağacı filmi ya da İsrail Milli Marşı. Evet, işte böyle bir beste “Ma Vlast” (Vatanım).
19. yüzyılın romantizmi ve milliyetçi duygularıyla beslenmiş olan Ma Vlast’ı uzun sayılabilecek bir zaman diliminde, altı yıla yayılan bir sürede ortaya